20 Ekim 2010 Çarşamba

Anne beni ikna et!


Bizi çocukken kandırmak da korkutmak da çok kolaydı.

Anne ve babalarımızın verdikleri sözleri tutma kaygısı da pek yoktu zaten, şunu yaparsan bunu yaparım koşulu her zaman işe yarardı. İşin kötüsü, bana verdikleri sözleri hiç tutmuyorlar diye bir hesap yapmaz her seferinde oltaya takılırdık.

Yemek yemeden dondurma yiyemezdik, yemekten sonra da “daha yeni yemek yedin” bahanesi ile dondurma hayalimize veda ederdik.

Şimdiki anneler, yani bizler, çocuklarımıza verdiğimiz sözleri tutamamaktan hep korkuyoruz, ama bu çocuk psikolojinin belki de en önemli kurallarından değil mi? “Tutamayacağınız sözleri vermeyin ama verdiğiniz sözü de mutlaka tutun” ilkesi.

Gerçi bazen sözümüzden caymak için çevremizden yardım aldığımız oluyor, maksat ben sözümü tutacaktım ama bak o oyuncağı satmıyorlarmış, bakkalda dondurma kalmamış, bekçi parkı temizleyecekmiş, havuz ilaçlanıyormuş, alışveriş merkezi kapanıyormuş gibi dış etkenlere topu kolayca atıyoruz.

Tabii yaşları ilerledikçe bu masum yalanlara kanmamaya başlıyorlar, mesela geçen gün markette dondurma kalmadığını söyleyen kasiyere kızımın verdiği cevap gibi: “Nedense buna hiç şaşırmadım!”, yani inanmadım da hadi neyse der gibi.

Şimdiki çocukları kandırmakta, oyalamakta, korkutmakta neredeyse imkânsız!

Yeni bir çağın ve zekânın ürünü onlar, soruyorlar, sorguluyorlar, korkusuzlar ve akıllılar.

Anne olmadan önce en tahammül edemediğim çocuk türü cümle içinde “sana ne, bana ne” gibi kelimeler kullanan çocuklardı, ne mi oldu? şimdi günde yüz kere bu kelimeleri duyar oldum. Büyük lokma yiyip küçük söz konuşmak ne de anlamlı bir atasözü! Şeker yersen dişlerin çürür, bana ne çürüsün; terlik giymezsen karnın ağrır, sana ne ağrısın!

Şimdiki çocukları bir şeye inandırmak değil ikna etmek gerekiyor. İkna edebilmek için ise uzun uzun, yorulmadan anlatmak. Kızıma ne zaman bir şeyi açık açık anlatsam sonunda daha kolay uzlaştığımızı fark ediyorum. Sıradan bir “Yapma!” kuralı yeterli değil, “Yapmamalısın çünkü” ile kurulan cümleler onun daha çok ilgisini çekiyor.

Bazen yapımız, biraz da kültürümüz gereği fazla korumacı ve düşünceli davranıyoruz, mesela bazen kızıma terlik giymesi için yalvarırken buluyorum kendimi, sonra bana bile bu ısrarcılığım anlamsız geliyor. Şeker yerse dişlerinin, çıplak ayakla dolaşırsa karnının ağrıyacağını, koltuktan koltuğa atlarken düşüp bir yerini acıtacağını anlaması için belki de yaşaması gerek gerçekten. Tıpkı bizim de tecrübelerimizin böyle oluştuğu gibi, hem de hala bu yaşımızda bile.

Kuralları koymak her zaman kolay ama bunca tecrübe arasında benim de öğrendiğim en önemli ders galiba şu: kurallar önemlidir ama bir o kadar tehlikelidir, sonuna kadar kararlı olabileceğiniz konularda kural koyun, kararlı olamayacaksanız o kuralı hiç koymayın, sonra o otorite boşlukları sık sık ayağınızı tökezletiyor.

Anneden not: Balarısı ile bir süre tatile çıkıyoruz, valizimizde yeni maceralarla dönene kadar hoşça kalın!

(05 Temmuz 2010 Pazartesi,bebek.com köşemden alıntıdır)

Gündemimiz dadı

Bu hafta dadı ve bakıcı konusu hat safhada gündemdeydi.
Bir köşe yazısının gündeme getirdiği bu konu kimi çevrelerce ağır bir şekilde eleştirilirken, bu konudan ağzı biraz yanmış anneler tarafından haklılıkla karşılandı. Neydi bu konuda bu kadar tepki çeken ya da haklı görülen?

Bir anne olarak, anne bebek ortamlarından, kulüplerden ve forumlardan bildiğim bir şey varsa o da bunun iki günlük bir mevzu olmadığı hatta özellikle de çalışan annelerin en büyük sorunu olduğu. Doğru bakıcıyı bulamamak annelerin korkulu rüyası ve her zaman herkesin de şanslı olamadığı bir konu. Ortada aslında iki gerçek var, kimi zaman çocuğum için herşey diyen annelerin suistimal edilen iyi niyetleri, kimi zaman da para karşılığı alınan bir hizmet olarak görülen bakıcı/dadı’nın suistimal edilen hakları.

Sanırım irdelenen konu bir çocuğun dadısı, bakıcısı veya bir annenin yardımcısı olması, tatile onu beraberinde götürmesi gibi konular değil, çocuğumuza bakanlarında birer insan olduğu gerçeğinin atlanmaması.

İmkanları olan her anne ister, yılda birkez çıktığı tatilde biraz ayaklarını uzatıp dinlenmeyi, biraz huzur bulmayı. Kızımla ilk çıktığımız tatilde yanımda annem olmasına rağmen tatilden tam tabiriyle peynir gibi dönmüştüm. Denize, havuza girip güneş altında yatmak, iki satır kitap okumak ne büyük lüks, mama hazırlarken, bez değiştirirken, kızımı uyuturken, sebzesi, meyva saatiydi derken gün akşam oluyordu. Herkes ister böyle zor anlarda yanında bir yardımcısı olsun, ama nasıl belli bir saatte mesaimiz bitiyor ve evimize dönüyorsak, her insan da kendine ait bir parçacık zamanı olsun ister.

Ülkemizde yabancı uyruklu bakıcılar neden daha fazla tercih ediliyor derseniz, annelere kulak verdiğinizde onların da haklı gerekçeleri var. Pek çok Türk bakıcının zaman problemi var, yatılı bakıcı bulabilmek ise neredeyse imkansız. Geniş aile yapısı ve kültürümüzden kaynaklı bitmeyen sorunlar, hastalıklar, izinler daha fazla görülüyor Türk bakıcılar söz konusu olunca. Bir yerden sonra anne de çaresizlikten ve bıkkınlıktan çareyi çocuk yuvaları ve kreşlerde bulmaya çalışıyor ki çoğunun da küçük bebeğini her sabah yuvaya bırakırken içi kan ağlıyor. Yabancı uyruklu bakıcılarda ise daha farklı sorunlar yaşanıyor, en önemlisi dil problemi. Ama dahası çoğu ülkemizde çalışma iznine sahip olmadıkları için belli aralıklar ile ülkelerine giriş çıkış yapmaları gerekiyor. Kimisi bir çıkıyor bir daha dönemiyor, kimisi de bunu bahane edip dönmek istemiyor. Tam aile, çocuk bir düzene alışmışken sil baştan bu yıpratıcı süreç tekrar başlıyor. Bu sorunları yıllardır yakından takip ettiğim için bu anlamda çok hak veriyorum annelere. Bu yüzden biliyorum ki bu iş biraz da şans işi.

Yine de yaşadıklarımızdan, öğrendiklerimizden birkaç şey paylaşmak gerekirse, öncelikle demeliyim ki bakıcı konusu aceleye, şakaya gelmiyor. Nacizane fikrim, işe başlayacak olan anne en az birkaç ay önceden yardımcısını seçip onunla bir süre zaman geçirmeli, tavrını, istediği düzeni ve beklentilerini orataya koymalı bir o kadar da evinde çocuğu ile başbaşa bırakacağı kişiyi tanımalı, gözlemlemeli. Bu konuda referans çok önemli. Çocuk bakımında yardım alınan kişinin mutlaka en az bir aileden referansı alınmalı, önceki işinde yollar neden ayrılmış öğrenilmeli, tatsız bir durum var ise iki tarafta dinlenmeli. Günümüzde her bütçeye uyacak donanımda kamera, görüntü sistemleri var, bunlar ile en azından siz işteyken evinizin güvenliğini kontrol altına almanız mümkün. Bu sadece bakıcı bebeğime iyi bakıyor mu amacı taşımıyor benim için. Gün içinde evde nasıl zaman geçiyor, bebeğiniz yemeğini yedi mi, uyudu mu gözlemlemek için bile çağımızın mükemmel bir avantajı bu. Tüm bunlardan sonrası ise biraz karşılıklı davranışları, biraz da durumları iyi idare edebilmek ile ilgili. Yardımcınızdan, bakıcınızdan mutsuz iseniz, onu değiştirmek, eşinize dostunuza dert yanmaktan daha pratik bir çözüm.

Ben kızıma annemin bakmasını çok istedim, annem de beni kırmadı ama annemin hayatını kolaylaştırmak, biraz da destek almak için üç sene boyunca evimizde Süreyya’mız vardı. Kızımın “Eyya”sı. Annem olsun ya da olmasın gözüm hiç arkada kalmadan çıktım evden her seferinde. Canımdan öte, en değerli varlığımı teslim ederek gittim işime. Süreyya kızımı kendi kızlarını sever gibi sevdi, ben de onun kızlarını, ailesini ailemden birileri gibi gördüm ve sevdim. O da bir anneydi, hemde benden çok daha kıdemli bir anne, bu yüzden dünyadaki herşeyi en iyi bilen anne benim gibi roller oynamadım. Hayatıma olmuş bitmişin kavgasını yapmak yerine bir daha olmaması için çözümler aradım. İnsanların konuşa konuşa anlaşabileceği gerçeğini hiç göz ardı etmedim. Onun hayatında evine kendi ekmeğini götürebilen bir kadın olma farkını yarattıysam, o da benim hayatımda düzenli bir evde temiz ve mutlu bakılan bir çocuk bulabilme ayrıcalığını yarattı. Galiba bu da benim şansımdı.

Herşey karşışıklı güvene, sevgi ve iletişime dayanıyor eninde sonunda. Hep gönlü ve niyeti iyi kişilerle karşılaşmamız dileğiyle…
(18 Haziran 2010 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Oto koltuğu en güvenli anne kucağı!

Oto koltuğu zorunlu hale geliyor, gelecek derken 1 Haziran itibariyle bu zorunluluk yürürlüğe girdi bile. Peki gerçekten girebildi mi acaba?

Daha bir saat önce trafik ışıklarında arabanın arkasında ayakta duran bir minik bana el salladı!

Oto koltuğu edinmeyen son aile değiller eminim, pek çok arabada hala oto koltuğu yok.

Peki nereden çıktı bu zorunluluk diye merak edenlere kısa bir özet: Karayolları Trafik Yönetmeliği'nin 150. maddesinde yapılan değişiklik sayesinde, boyu 135 santimetreden, kilosu 36 kilogramdan az olan çocuklar için oto koltuğu artık zorunlu.

Çocukların can güvenliğinin sağlanması, muhtemel trafik kazalarında ölüm ve yaralanmaların azaltılması için hayata geçirilen bu muhteşem uygulamaya aykırı hareket edenlere ise 62 lira para cezası ve 15 ceza puanı uygulanacak.

Kucağımızda taşıyorduk, ya da çocuğumuz arka koltukta rahat rahat oturuyordu gerek var mıydı demeyin. istatistikler ölüm ya da yaralanma ile sonuçlanan kazalarda %46 oranında çocukların zarar gördüğünü açıklıyor.

Bir başka gerçek ise oto koltuğunun ülkemizde pek de doğru kullanılmadığı. Ülkemizde 9 aya kadar uygulansa da aslında uluslar arası uygulamada en az 1 yaşına kadar küçük çocukların oto koltuğunun, yüzü geriye bakacak şekilde monte edilmesi gerekiyor. Hatta İsveç’te 15 kilonun altında bütün çocuklar için bu oturuş şekli mecburi. Bazı Avrupa ülkelerinde ise 2 yaşa kadar çocukların bu şekilde yolculuk etmesi öneriiliyor.Bu oturuş şekli diğerine oranla 5 kat daha güvenli.

Ülkemizde bu yanlış kullanım nedeniyle de zarar gören çocukların sayısı hayli fazla. Oto koltuklarının ters monte edilmesi için aparatlar var. Benim kızım için kullandığım koltuğun böyle bir parçası beraberinde verilmişti, ancak pek çok model sadece oto koltuğu üretiyor, ve bu parçayı ayrıca satın almanız gerekiyor.

Bir başka konu ise ISOFIX ve emniyet kemeri. Oto koltuğu sağlam bir şekilde araca monte edilmediği takdirde ciddi bir tehliye oluşturuyor.

Oto koltuğu seçiminde internette çok faydalı bilgiler bulabilirsiniz. Öncelikle çocuğunuzun kilosuna, yaşına ve Avrupa Güvenlik Standartlarına uygun bir koltuk seçmeniz gerekiyor. Çocuğunuzu koltuğa doğru pozisyonda oturtmak ve her zaman emniyet kemeri ile doğru şekilde bağlamak çok önemli.

Her zaman en pahallı koltuk en güvenli koltuk anlamına gelmiyor, mutlaka çok iyi araştırmalı ve görerek almalısınız. Çocuğun koltuğa oturup oturmayacağı, alışıp alışamayacağı gibi konulardaki kaygınız ise kesinlikle sizin kararlılığınız ile doğru orantılı. Başlarda ağlasalar da onlar için en güvenli yolculuk şeklinin bu olduğuna önce siz inanmalı ve bunu kararlı bir şekilde uygulamalısınız. Biz alternatif bir yolculuk şekli sunmadıkça çocuklar aslında kuralları bizden daha fazla benimsiyor.

Ben yine de bu uygulamada en çok üçüz ailelerine kolaylıklar diliyorum. Sanırım oto koltuğundan önce yeni bir araba bakmaya başlamış olabilirler.

Son olarak söylemek istediğim, arabaların arka camından bize el sallayan minikler gerçekten çok sevimli ama biz yine de onları oto koltuğunda kemerleri bağlı şekilde bize el sallarken görmeyi istiyoruz.

Bütün çocuklara güvenli yolculuklar!!

(10 Haziran 2010 Perşembe, bebek.com köşemden alıntıdır)

Çağımızın hastalığı “alerjiler”

Bahar ayları, polenler ve kış uykusundan uyanan doğa beraberinde çocuklar için bazı sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Modern çağımızın hastalığı alerjiler bunlardan en önemlisi ve sanırım günümüzde her çocukta biraz var.

Pek çok alerji hastalığı türü var, astım, alerjik rinit, deri alerjileri, ilaç alerjileri, besin ve hatta göz alerjileri.

Çoğu zaman bu alerjiler hastalıklarla benzer belirtileri barındırdıkları için ayırt edilemeyebiliyor. Uzmanlar bile alerji tanısını koymakta zorlanabiliyor. Çevremde pek çok anne alerjilerden dert yanarken bu hafta biraz bizler için bilgi toplamak istedim.

Alerjinin en basit tanımı bir maddeye karşı vücudumuzun gösterdiği anormal duyarlılık… Genetik ve çevresel faktörlerin yanı sıra besinler de alerjilere yol açabiliyor. Alerji yelpazesi bu kadar genişken çocukların alerjilerini tespit etmek de bir o kadar zorlaşıyor.

Uzmanlar alerjinin büyük ölçüde genetik olduğunu vurguluyor, anne ve babasında alerji hikâyesi olan çocukların %50sinde alerjik hastalıkların gözlenebildiğini belirtiyorlar.

Alerjik tepkimelerin en yaygın belirtileri: burun akıntısı, aksırma, hırıltılı solunum, öksürme, isilik / döküntü, boğaz, göz, kulak, ağız bölgelerinde kaşıntı, nefes darlığı, kusma ve ishal. Bunların pek çoğu aynı zamanda hastalık belirtileri de olduğundan alerjileri kolaylıkla ayırt etmemiz zaman alabiliyor. Bu sorunları yaşayan çocuğumuz için doktorumuza ya da bir alerji uzmanına başvurmamız hastalığın teşhisi için çok önemli.

Araştırdığınızda alerji testi metotlarının çocukların yaşına göre farklılıklar gösterdiğini göreceksiniz. En yaygın olanı kanda eozinofil düzeyi ve total Ig E testleri. Deri testlerinde ise prick testi yine yaygın uygulanan bir test ve Ig E'ye göre daha yüksek duyarlılığı var. Deri testinde alınan sonucun doğruluğu yaşla birlikte kazanıldığı için genelde uzmanlar 4 yaş ve üzeri çocuklarda bu testi uyguluyorlar.

Bebeklikte en çok atopik dermatit ve besin alerjileri gözleniyor. Bu yüzden uzmanlar verebildiğimiz kadar anne sütü vermemizin çocuğu büyük ölçüde alerji riskinden koruyacağını belirtiyor. Ayrıca ek gıdalara geçişte her gıdanın birkaç gün denenerek bebeklerin alerjik tepkilerinin gözlenmesi gerektiği de önemli bir diğer ayrıntı. Bebeklik döneminde yine sık rastlanan alerjiler inek sütü, peynir gibi ürünlere, laktoza karşı olabiliyor.

Peki, çocukları alerjiden korumak mümkün mü?

Uzmanlar alerjinin önüne geçilemeyeceğine ancak bazı önlemlerle riskin minimuma indirgenebileceğine dikkat çekiyor. Çocuğumuzda var olan alerjiyi tespit etmek aslında onu bu hastalıktan korumak için atacağımız en önemli adım. Uzmanlar evde toz ve kiri önlemek için gereksiz eşyalar bulundurmaktan kaçınmamızı, ortamı nemli tutmamızı ve alerjik çocuklara ağırlıkla pamuklu giysiler giydirmemizi öneriyorlar. Bunun yanı sıra ev temizliğinde anti alerjik hepa filtreli süpürgeleri ve hava temizleyicileri kullanmak alınabilecek diğer önlemlerden. Özellikle astım alerjisi olan çocuklar için evde olduğu kadar dışarıda alacağımız önlemler, onları toz, kir, sigara dumanına maruz mekânlardan uzak tutmak oldukça önemli.

Alerjik çocukları olan ebeveynlerin bir merak ettiği konuda sanırım alerjilerin zaman içinde yatışıp geçme olasılığı olup olmadığı. Uzmanlar ender de olsa bazı alerji türlerinin çocuklarda buluğ çağında azalabileceğini ama erişkin yaş döneminde de yeniden tekrarlayabileceğini vurguluyor. Ayrıca dengeli beslenme, düzenli uyku ve egzersiz ile vücudu dinlendirmenin alerjik hastalıkların tedavisinde önemli rol oynadığına dikkat çekiyorlar.
(26 Nisan 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Çocuklar neden uykuya direnir?

Bu aralar yine saatler değiştiği için mi bilmem uyku düzeni ile başımız dertte.
Daha doğrusu uyku düzensizliği ile.
Tam rayına giriyor uyku düzeni, ya bir hastalık durumu, ya zamansız bir öğle uykusu ya da böyle saatlerin, mevsimlerin geçişi gece uyku düzenimizi bozu veriyor.

Uyku saatlerinde neredeyse bizi bitap düşüren, şansını son demine kadar zorlayan bir çocuğun ebeveynleri olarak dünyada tek olmadığımızı biliyorum, bu biraz teselli edici en azından. Eminim pek çok anne babaya tanıdık gelecektir, “Uyku vakti geldi” dediğimiz an bahaneler başlıyor: “Ama daha uykum gelmedi, oyunum bitmedi, daha çizgi film izleyecektim, oyuncaklarımı toplamadım”. Pijamalar sallana sallana giyiliyor, o dişler saatlerce fırçalanıyor hatta bazen bunları yapmamak için direnmesi bile saatler alabiliyor. Sonra yatağa yatılıyor ama çile orada da devam ediyor. “Susadım, tuvaletim geldi, uyku arkadaşı seçmedim”… Bu fasıl da bittikten sonra, üç-beş masal, biraz da ninni sonrasında nihayet uykuya dalınıyor. Bütün bu tecrübelerden sonra artık anne baba olarak akıllanıp uyku saatinin sinyallerini birkaç saat önceden vermeyi akıl ediyorsunuz. Sinirlerin daha az yıpranması için…

İşte anlayamadığım konu da tam burada başlıyor, bazen gözlerinden uyku akarken, kafalarını zor tutarlarken kendilerine ve anne babalarına bu işkence niye? Arayıp taradığınızda yine bir sürü yöntemler çıkıyor karşınıza. Odayı loş yapalım, televizyonu, müziği kapatalım, ailece uyku moduna geçelim gibi. Sorunun ne olduğunu bilmeden, o sorunla baş edilebilir mi gerçekten?

Çocukların pek çok nedeni olabiliyor aslında uykuya direnmek için; loş ışıktan ya da karanlıktan hoşlanmayanlar, yalnız uyumak istemeyenler, bir masal ya da ninni olmaksızın uykuya geçemeyenler. Yönteminiz ne olursa olsun seçerken çocuğunuzun uyumak istememe nedenini anlamaya çalışın diyor uzmanlar ve kendi çocuğunuzda neyin işe yarayabileceğini düşünün. Sonrasında da yönteminize ve kurallarınıza sıkı sıkıya bağlı kalın...

Ödül yöntemleri, çocuklara uykunun neden önemli olduğunu anlatmak, yalnız uyumak istemiyorsa gerektiğinde uyuyana kadar yanında kalmak, uyku arkadaşı bulmak, ya da karanlıkta uyumayan çocuğun odasına ufak bir ışık koymak önerilen yöntemlerden…

Bazı anne-çocuk forumlarında bunlara ilişkin pek çok yöntem ve öneriler var. Bunlardan en ilginç olanı, biraz da tuhaf bir kandırmaca... İngiltere’de kurnaz bir anne baba kızlarının odasına uzaktan kontrol edebildikleri ufak bir ışık yerleştirmişler ve bu ışığın özel olduğunu, yatakta kaldığı sürece sabaha kadar yanabildiğini ama bir kere yataktan çıkarsa da söndüğünü ve o gece bir daha yanmadığını söylemişler. Tabii çocuk bunu ilk geceden denemiş ve ışığın söndüğünü görünce inanmış, bu “özel” ışık sayesinde odasında tek başına uyumaya alışmış. Diğer yöntemler arasında bana en ilginç gelen bu oldu, denemeye değer belki de.

Bu örnekler ve anlatılanlar içinde bir annenin yazdığı ise biraz içime dokundu. Kızı büyüyüp de 14 yaşına geldiğinde bir gün ona sormuş. Neden uyumak istemezdin hatırlıyor musun? Kızı da şöyle cevap vermiş, “Odamda tek başıma uyumaya çalışırken çok sıkılırdım ve sizin içeride hala oturuyor, konuşuyor olmanız, televizyon seyretmeniz ya da eğlenmeniz bana kendimi dışlanmış hissettirirdi”. Bunu okuduğumdan beri kızım uyuyana kadar evde hayatı dondurmaya, böyle hissettirmemeye özen gösteriyorum bende. Belki kızım kendini dışlanmış hissetmiyor olabilir ama ben hala çoğu gece onu uyutana kadar türlü eziyet ve sabır testinden geçmeye devam ediyorum, bizim için en uygun yöntemi bulana kadar eylemlerim devam edecek anlaşılan.

(02 Nisan 2010 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Çocuklarda sağlıklı dişler

Dişlerimizin sağlığı bana göre kendimize duyduğumuz özenin dışa vuran yansıması. Ben hep böyle düşünmüşümdür en azından.

Şüphesiz herkes sağlıklı ve bakımlı dişleri olsun ister, ama bunu sadece kendi bakımımız ve takibimiz ile yapmamız yeterli değil, mutlaka düzenli olarak diş hekimini ziyaret etmek dişlerimizin bizimle birlikte uzun yıllar sağlıkla kalabilmesinin en önemli yardımcısı şüphesiz. Belki bizler zamanımızın imkânları ya da imkânsızlıkları yüzünden diş hekimi koltuğu ile biraz geç tanışmış bir nesiliz, erken tanışanlarımızın ise belki çocukluklarından pek hoş anıları olmayabilir. Neyse ki bugün tıbbın ve teknolojinin bizi getirdiği noktada diş hekimi fobilerimize de veda ediyoruz.

Şimdi ki çocuklar şanslı, çünkü ebeveynler daha bilinçli. Bizim zamanımızda “aman süt dişidir, boş ver çürüsün, nasılsa geçici” gözü ile bakılan dişler bile artık çok değerli.
Benim kızım da bu sene ilk defa diş hekimi ile tanıştı, daha önce anneannesinin kontrolüne eşlik ederek ortama biraz aşina olmuştuk ama bu sefer resmen diş hekimimiz ile buluştuk.

Birçok anne gibi benim de bu konuda merak ettiğim sorular vardı ve ilk muayenemizde elimden geldiğince bu soruları Diş Hekimimiz Evrim Aktaş Aydın’a yönlendirdim. Hekimimizin verdiği bilgilerin pek çok annenin sorularına yanıt olacağına inanıyorum. Ve işte çocuklarımızın diş sağlığı ile ilgili merak ettiğim konuları ben sordum, Dr Aydın şöyle yanıtladı.

Süt dişleri ne zaman çıkmaya başlar ve ne zaman tamamlanır?

Süt dişlenme doğumdan sonraki ilk 6-9 aylar arasında başlar, 2,5-3 yaşında tamamlanır. Bu yaşta ağızdaki toplam diş sayısı 20’dir.

İlk diş hekimi ziyaretimiz ne zaman olmalı?

Koruyucu diş hekimliği uygulamalarının ilk hedef grubu bebekler ve onların ebeveynlerinin eğitimidir. Bu nedenle en geç 1 yaşına kadar ailelerin bir diş hekimi ile kontak kurup bebek beslenmesi ve diş bakımı hakkında bilgi edinmesi gerekir.

Diş temizliği ve fırçalama alışkanlıkları ne zaman başlamalı?

Dişler sürer sürmez temizliklerinin yapılması gerekir. Bu işlem bebeklerde ılık suyla ıslatılmış temiz bir gazlı bezle dişin ovulması şeklinde yapılır. Ağızdaki diş sayısı arttıkça diş fırçası kullanımı başlamalıdır.3 yaşına kadar çocuklarda fırçalama işlemini ebeveynler bizzat kendileri yapmalıdır. 0-3 yaş grubu çocuklar tükürme işlevini yerine getiremeyecekleri için macun kullanılmamalıdır. Okul çağına kadar çocuklar yardımsız bırakıldıklarında fırçalama işlemini yetersiz yaparlar. Bu sebeple ebeveynlerin kontrolü şarttır.

Süt dişleri neden çabuk çürür, iyi bir bakım ile çürüme süresi geciktirilebilir mi?

Süt dişleri daimi dişlere oranla daha çok organik madde içerirler, bu nedenle çürümeye daha yatkındırlar, daha kolay ve hızlı çürürler. İleride değişecekleri düşünülerek süt dişlerinin önemsenmemesi yanlış bilinen yaygın bir düşüncedir. Süt dişlerinin daimi dişlenmeye geçilmeden önce üstlendiği çok önemli görevleri vardır. Bu sebeple varsa çürük dişler tedavi edilmeli, çürüğe yatkın çocuklarda flor uygulaması yapılmalı, vaktinden önce kaybedilen süt dişlerinin yeri alttan daimi diş gelene kadar yer tutucu ile korunmalıdır.

Süt dişlerinin erken çürümesi beraberinde nasıl sorunlar getirir?

Tedavi edilmeyen diş çürükleri ağrı, kötü koku, çiğnemede zorluk, beslenme bozukluğu, yer darlığına bağlı çapraşıklık, genel sağlık problemleri, çene gelişiminde bozukluklara sebep olur. Bu sebeple uygulanacak tedaviler güçleşmeden tedavi edilmeli, yeni çürüklerin oluşmaması için koruyucu önlemler alınmalıdır.

Süt dişlerini çürüklerden korumak için nasıl önlemler almalıyız?

Diş çürüğünün önlenmesi açısından bebeklerin mamalarına ilave şeker konulmamalı, emzikler bala, şekere, pekmeze batırarak verilmemelidir. Çocuklar, şekerli gıdaları ana öğünlerle beraber almalı, ara öğünlerde şeker içermeyen gıdalar tüketmelidirler.

Okullardaki beslenme saatlerinde çocuklara bisküvi, kek gibi yiyecekler yerine peynir, yumurta, tost, ayran, süt ve taze meyve verilmelidir. Okul çağına kadar çocukların dişlerini fırçalaması ebeveynler tarafından kontrol edilmeli ve özendirilmelidir.

Bu faydalı bilgilerin yanı sıra diş hekimi ile ilk karşılaşmanın çok önemli olduğunun altını çizen Dr Aydın, herhangi bir şikâyeti olmadan diş hekimine gelen çocukta korku oluşmayacağını hatırlatıyor.

Bu konuda ebeveynlere de önemli görevler düştüğünü belirten hekimimizin bu konuda bizlere tavsiyeleri, çocuklarımızla dişçi konusunda olumlu tecrübelerimizi paylaşmamız, hekimimiz ile irtibatta olup çocuğumuzun ilgi alanlarına yönelik materyaller, oyuncak, görsel yayınlar kullanarak muayenelerin daha eğlenceli ve kolay geçmesini sağlamamız yönünde. Ayrıca başarı ile geçen her seansın ardından ödülün çocuklarımızın diş hekimini ziyaret konusunda motivasyonunu da artıracağını belirtiyor. Değerli bilgileri için Dr Evrim Aktaş Aydın’a teşekkür ediyor ve miniklerimize inci gibi sağlıklı ve kalıcı dişler diliyorum.
(12 Mart 2010 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

“Annelik” her yerde aynı dili konuşur…

Bugünlerde bir toplantı için Hırvatistan’dayım. Kızımdan uzak günler geçirmek açıkçası hiç de kolay değil. Ama hayatın içinde çalışmak da, üretmek de var, özlemek de. Bu nedenle en kötü ayrılıklarımız böyle olsun diyerek bugünlerin keyfini çıkarıyorum.

Dünyanın neresine giderseniz gidin durum aynı, farklı uluslardan bile olsa, birkaç anne bir araya gelince konu doğal olarak çocuklar, çocuklarla hayat, zorluklar, mutluluklar ve tabii bol bol kulakları çınlatılan eşler…

Bu sohbetler arasında insan ne çok şey öğreniyor, ama bazen öğrenmekle kalmıyor aklı da karışıyor. Dünyanın her yerinde duygular aynı iken uygulamalar neden farklı farklı? Dünyanın her yerinde “Anne” anne iken, pek çok ülkede anneler daha zor koşullarla mücadele etmek zorunda, sağlık hizmetlerinden tutun, sosyal haklara, eğitim imkânlarına…

Doğum izni, bu konuda gözüme çarpan en belirgin örnek... Dünyada doğum izinlerinin ne durumda olduğunu hiç inceleme imkânınız oldu mu bilmiyorum ama biz Türk anneleri daha az avantajlı gruptayız ne yazık ki. İzinleri de bir kenara bırakalım, çoğu kadının hamile kaldığı anda iş güvenliği bile tehlikeye girebiliyor. Ülkemizde doğum izni 16 hafta, çalışan anneler bilir… Peki ya diğer ülkelerde? Merak edenler için rakamlar aşağıda.
Rekor İsveç’in, tam 480 gün! Yanlış okumuyorsunuz, tam 16 ay. Düşününce çocuğunuzun en güzel 16 ayı, bence yeterince adil. Ama biz daha azına da razıyız…
Rusya’da ise değişiyor; özel kurumlar genelde 6,5 ay uygularken pek çok resmi kurum 1,5 yıla kadar ücretli 1,5 yıl ücretsiz olmak üzere 3 yıl size izin veriyor ve 3 sene sonunda işiniz hala sizi bekliyor. Pek çoğumuz için ütopya dedikleri bu olmalı.
Norveç’te iki seçenek var, ya 56 hafta maaşın %80’i ya da 46 hafta maaşın %100’ü.
Danimarka, Lituanya 52 hafta maaşın %100ü

İngiltere: 6 aya kadar ücretli, sonrasında 39 haftaya kadar ise devletin belirlediği azami rakam üzerinden ücretli izin kullanılabiliyor. Bu sürenin 52 haftaya çıkarılması gündemde.

Slovenya 12 ay, maaşın %100ü.
Bulgaristan 1 yıl maaşın tamamı, ikinci yıl devletin belirlediği asgari ücret.
Makedonya 9 ay, maaşın %100ü
İrlanda 6,5 ay…
İtalya 5 ay…
Ukrayna, Yunanistan, Romanya gibi ülkeler 4-4,5 ay

Şimdi şaşıracaksınız, en “Avrupalı” bildiğimiz ülkeler en az doğum izni verenler:
Almanya, Fransa,Belçika, İspanya, Lüksemburg, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde izinler tıpkı bizdeki gibi, sadece 16 hafta... Tek fark onlarda maaşlar %100 ödeniyor. Bizde ise bu uygulama işverenin inisiyatifine kalıyor, eğer işveren maaşınızı vermez ise SSK size %67 gibi bir oranı ödüyor. Doğum paranızı SSK’dan almak için ise hamile, hatta lohusa halinizle bile koşuşturmacıdan ve bürokrasiden kaçmanız olanaksız.
Yukarıdaki izinler sadece anneler için, bu ülkelerin pek çoğunda babalık izni hatta evlat edinme izni bile var.

Bu rakamlar elbette ülkelerin ekonomileri ile de doğru orantılı. Ama yine de 3-4 aylık bebeğinizi geride bırakıp işe dönerken şu refah içinde ülkelere gıpta etmemeniz mümkün mü? Bir yandan en az 6 ay anne sütü diye kampanyalar yaparken, 3-4 aylık bir bebeği annesinin sıcak göğsünden ayırmak adil mi? Buzlukta süt depolayan, süt izinlerinde, iş çıkışlarında koştura koştura evine giden annelere hiç değilse 6 aylık bir izin çok mu?
Dünyanın her yerinde eminim bir kadın için “anne” olmanın duyguları aynı dildedir. Ben buradan anne adayı, ya da anne fark etmez bütün kadınları bu konuda duyarlı olmaya davet ediyorum. Gelin Parlamentomuza, kadın hakları komitelerine verilmek üzere imzalar toplayalım, mektuplar yazalım. Gerisini devlet büyüklerimizin vicdanına bırakalım ama en azından üzerimize düşeni yapalım.

Bütün annelere kucak dolusu sevgiler.
(26 Şubat 2010 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Cinsiyette “ayrımcılık” değil “farklılık”

Bugünlerde kızımın dilinden düşmeyen bir konu bu, tabii kafamı kurcaladıkça ve araştırdıkça aslında bunun bir tek benim değil pek çok ebeveynin kafasını kurcalayan bir soru olduğunu fark ettim. Cinsiyet farklılığı konusu...

Kızım şu anda her şeyi cinsiyete göre ayrımlama gereği duyuyor, “Bu kız oyuncağı değil mi anne?” “Bunu erkekler sever değil mi anne?” Sanırım okulda öğrenmiş olsa gerek sürekli tekrar ettiği bir şey var, “Kızlar Winx sever, erkekler Ben10” . Benim ise huyum kurusun, serde biraz feministlik de var “bence kızlar da Ben10 sevebilir, erkekler winx seviyorlarsa izleyebilirler” gibi yorumlarda bulunuyorum, bir yandan da düşünüyorum acaba doğru olanı kızım yapıyor da ben mi yanlış yoldayım? Cinsiyet rolünün biçimlenmesinde gerçekten renk, kıyafet, oyuncak seçimi bu denli önemli mi? Bana çocukları birer kalıba sokmak son derece sığ bir dünya görüşüymüş gibi geliyor. Kızlara bebekler, prensesler ve pembeler, erkeklere koyu ciddi renkler ve vurucu kırıcı oyuncaklar, karakterler düşüyor. Sonra da toplumsal gelenek göreneklerimiz bunun dışına çıkan anne babaları, çocukları kınıyor. “Erkek çocuk bebekle oynamaz, ev işi yapmaz, kız çocuk kız gibi giyinir, o erkek oyunu, kız çocuklar oynamaz vs.” En çokta anne babalar olarak yapıyoruz bunu ve sanırım ağırlıkla erkek annelerinde bu korku var. Oğlum bebek istiyor almalı mıyım? Tokalarımı takmak istiyor izin vermeli miyim?

Çocuklar oyun oynayarak hayal güçlerini, algılarını, tecrübelerini geliştiriyorlar ve bilinçsiz olarak hayatın provasını yapıyorlar oyunlar esnasında. Bu yüzden oyun oynamaları çocuklar için çok faydalı sosyal bir aktivite, bundan şüphemiz yok. Biz yetişkinler bile oyun oynamayı seviyoruz. İnsan oyun oynarken rahatlıyor, bunu sosyalleşme aracı olarak görüyor, hem de zihinsel faaliyetlerimiz en çok oyunlar esnasında üst seviyelere geliyor. Peki, bu noktada kızların arabalarla, örümcek adamla oynamasının ya da oğlan çocuklarının oyuncak bebeğe mama yedirmesinin cinsiyet rolünün oluşumunda ne tür sakıncası olabilir?

Aslında uzmanlar çocuklara oyuncak alırken cinsiyet ayırımı yapılmamalı diyor, biz ebeveynlerse cinsiyetlerini biçimlendirmek adına onları sık sık bu ayırıma yönlendiriyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken ince çizgi sanırım çocuklara baskı yapmamak, dünyanın en kötü şeyini yapıyormuş gibi bir tutum sergilememek olabilir. Özellikle 3-6 yaş çocukların cinsiyetlere, rollere bakış açılarını oluşturdukları dönemler. Sadece kendi cinsiyetlerinin değil karşı cinsinde penceresinden bakmak istemekte bence haklılar. Uzmanlar da bu yaş gurubundaki çocukların bu tür şeyleri denemesini normal karşılıyor, bu yüzden de bu meraklı dönemde bir kız çocuğu tıraş olma denemesinde, ya da oğlan ruj sürme teşebbüsünde gayet tabii bulunabilirmiş gibi geliyor bana. Elbette çocuklar bu konuda aşırı tutumlar sergiliyorsa, kız elbiseleri ya da erkek aksesuarları takmak, sürekli tıraş olmak ya da makyaj yapmak, anne çoraplarını, çamaşırlarını denemek gibi davranışlarında ısrarcılar ise tepkimizi kendi doğrularımızla sert bir şekilde koymadan önce belki de uzmana başvurmak kaçınılmaz.

Bu yaşlarda eğer çocuktaki amaç o rolde olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmek ve anlamak ise buna engel olmamak, izin vermek gerek diye düşünüyorum ama bunun kız ya da erkek için uygun davranışlar olmadığını belirtmek ve örneklerle bu farklılıkları bir tümevarıma götürmek faydalı olabilir.

Çocukların bu tür davranışlarında belki biraz daha hassasiyet gösterebilir ama oyuncak seçiminde seçilen en erkeksi ya da kızsı oyuncakların bile şayet ortada bir davranış bozukluğu var ise bunu ortadan kaldırmayacağı görüşündeyim. Bu nedenle biz anne babalar çocuklara bu farkı göstermede yol gösterici olmalıyız, ama asla bu farklılığı ayrımcılık ile karıştırmamalıyız ve çocuğa bunu dayatmamalıyız.

Pek tabii kızlar erkeklerin, erkekler de kızların yaptığı pek çok şeyi onlar kadar iyi yapabilir. Dünyada bu kadar bilinen erkek aşçı varken, yemek yapmanın kadın işi olduğuna kim inanabilir mesela, ya da hala bu çağda kadınlar şantiyeler de çalışamaz diyenler 1940’lı yıllarda Anıtkabir’in inşaatında emeği geçen Türkiye’nin ilk kadın mühendisini tanımıyor olabilirler. Ev işlerinde ya da yemekte annesine yardım etmek isteyen bir oğlan çocuğu en az kız çocuğu kadar takdir görmeli diye düşünüyorum. Bir şeyi tamir eden, futbol seyreden ya da tıraş olan babaya da yardım ve eşlik etmek isteyen kız çocuğu ona göre olmadığı gerekçesiyle itilmemeli. Sonuçta çoğu baskılar ve kurallar çocukları yanlış davranışa daha da çekiyor, biz onlara ne kadar normal yaklaşırsak o kadar normal davranışlar sergileyeceklerdir inancındayım.

O nedenle cinsiyet “farklılığına” EVET “ayrımcılığa” HAYIR diyorum.
(15 Şubat 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Ateş: en sevimsiz misafir

Ateşin kelimesi bile çoğumuzu ürkütür.
Elimiz beş dakikada bir çocuğumuzun alnını yoklamaya başlar, kulaktan mı koltuk altından mı ölçsek, ateş düşürücüyü ne zaman versek kararsızlıkları başlar. En korkuncu da “ya ateşi çok yükselirse, havale geçirirse!” korkusudur.

Uzmanlar çoğu ateşin çocuklarımız için faydalı olduğunu söylüyor. Ateşin faydalısı mı olur? demeyin. Başka türlü çocukların bağışıklıkları nasıl güçlenebilir? Önemli olan ateşin kendisi değil, ateşe sebep olan hastalık aslında. Bazı ebeveynler çocuk her ateşlendiğinde doktora sormaksızın antibiyotik kullanmayı tercih edebiliyorlar ki sanırım bu çocuğumuza yaptığımız en büyük yanlış. Anne olduktan sonra ateş konusunda ne kadar çok yanlış bilgilerimiz olduğunu fark ettim. En ufak ateşte ateş düşürücülere başvurmak, sirkeli, kolonyalı sular ile ateşi düşürmeye çalışmak, çocuğu soğuk suya sokmak bunlardan en yaygın bilinenleri.

Kulaktan ateş ölçmek bence çağımızda bir devrim, çocukluğumdan hatırlarım, koltuk altında o derece dakikalarca tutulur, zaten hastasın, halsizsin, iyi yerleşmez, kayar haydi bir daha… Derecenin kırılma korkusu ve cıvanın tehlikesi de cabası. Evet, şimdi kulaktan ateş ölçmek rahatlık ama unutmamak gereken bir şey var, kulaktan ölçülen ateş koltuk altından ölçülen ile aynı değil. Kulaktan ölçülen ateş 37,5 ise bu yüksek bir ateş sayılmıyor ama koltuk altından ölçülen 37,5 ciddi bir ateşin göstergesi olabiliyor. Bu nedenle ateşin derecesi kadar nasıl ölçüldüğünün de önemi var. Doktorlar, koltukaltından:37,5; kulaktan: 38 derece ve üzeri ateşin önemsenmesi gerektiğini söylüyor. Ateş küçük çocuklarda genelde orta kulak iltihabı, farenjit, bronşit, üst solunum yolu enfeksiyonu gibi hastalıkların işareti olabiliyor ama sebepsiz ateşe de özellikle dikkat etmek gerek.

Öncelikle Ateşi düşürmede neleri YAPMAMALI?

Pek çok yetişkin, hastalık anılarından annelerinin ispirtolu, sirkeli ya da kolonyalı bezlerini hatırlar sanırım. Bazılarımızın salatada bile sirke kokusuna tahammül edememesi beklide çocukluğumuzda gördüğümüz bu muameleden kaynaklı olabilir. Peki, bir zamanlar doğru biliniyordu da şimdi neden yanlış bu yöntemlerle ateşi düşürmek? Uzmanların bilimsel olarak açıklaması, bu yöntemlerin dış ateşi kısa süre içinde düşürüp iç ateşe tesir etmemesi ve vücudu şoka sokması ve daha da önemlisi sonrasında ateşi daha da yükseltecek olan titremelere neden olması. Bir başka sakıncası ise, bu maddelerin çocukların hassas cildi tarafından emilmesi ve bünyelerine zarar vermesi... Soğuk duş yine kesinlikle uzak durulması gereken yöntemlerden, zira soğuk duş, kanın beyne akım etmesine ve beyindeki ateşin daha da yükselmesine neden olabiliyor.

Her ateşlenen çocuk havale geçirir mi?

Bu da biz anneler için yaygın başka bir endişe sanırım, ama uzmanlar 100 çocuktan 2 ila 4’ünde görülen havalenin her ateşlenme için geçerli olmadığını özellikle belirtiyorlar. Her 40 derece ateş havale geçirileceği anlamına gelmediği gibi her havale de beyinde hasara neden olmuyor aslında. Bu korkularımızı bilinçle yenerek ateşe soğukkanlı yaklaşmamız gerek. Çoğu zaman bu panik sırasında yanlış müdahaleler ateşten çok daha fazla zarar verebiliyor çocuklara.


Ateşi düşürmenin doğru yöntemleri neler?

Öncelikle mümkünse evin ısısını düşürmeliyiz, 18-21 derece arası bir ısı etkili olabilir. Ayrıca ateşlenen bir çocuğu soymaktan korkmamalıyız. Koltukaltları ve kasıkları açık kalacak şekilde soymamız ateşin düşmesine yardımcı olacaktır. Üşüteceği kaygısı ile pek çok anne bunu yapmaktan çekiniyor biliyorum ama üşütmesi mi, ateşin daha da yükselmesi mi tercih edersin derseniz, elbette ilkini tercih ederim. Eğer hafif ateşe rağmen kızım huzursuz veya hasta görünmüyor ise, ateş 38,5 olmadan önce ateş düşürücü vermeyi tercih etmiyorum genelde, çünkü her zaman her ateş ilaca gerek duymayabiliyor. Vücut savaşıyor ve ateş kendiliğinden düşebiliyor, ancak ateş yükselmeyi sürdürüyorsa doktorun önerdiği ateş düşürücüleri, yaşına uygun ölçüde veriyor ve takibe başlıyorum.

Koltuk altı ve kasıklar büyük atardamarların yüzeysel olarak geçtikleri yerler olduğu için ılık suyla ıslatılmış bezleri alın ya da bileklere koymak yerine öncelikle buralara koymak ateşin daha kolay düşürülmesine yardımcı oluyor.

Ateş esnasında vücut su kaybettiği için çocuğa sık sık sıvı vermek ayrıca önemli. Soğuk ya da sıcak sıvılar yerine ılık, oda ısısında sıvıları tercih etmeliyiz.

Bazı ateş türleri zaten basit bir ateş düşürücü ve soyma müdahalesi ile düşebiliyor ama inatçı ateşin arkasında ciddi bir enfeksiyon tehlikesi olabilir, bu ateşi iyi takip etmeli ve ihmal etmemeli. Müdahalelere rağmen düşmeyen ve 39 derecenin üzerinde seyreden ateş için ise zaman kaybetmeden hekime başvurulmalı.

Ne olursa olsun, çocuklar böyle büyüyor ve güçleniyor. Biz anne babalar ise böyle uykusuz, zorlu gecelerin sabahında yeni tecrübelerimize ve çocuklarımızın sağlığına şükrederek devam ediyoruz anne-babalık kariyerimize.


(29 Ocak 2010 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Gelelim “balkabağının” faydalarına

Kış mevsiminin gelmesiyle manavlarda, marketlerde, adeta masallardan gelmiş gibi duran, sevimli mi sevimli, faydalı mı faydalı, bol lifli harika bir meyve boy göstermeye başladı. Balkabağı…

Balkabağı deyip geçmeyin, sayısız faydası var bu meyvenin aslında. Soframıza her ne kadar sadece bir tatlı türü olarak girse de pek çok şey yapılabilir balkabağından. Özellikle de bebek ve çocukların beslenmesinde güzel tariflere rastlamak mümkün.

Öncelikle nedir balkabağının faydaları kısaca bir hatırlayalım. En önemli özelliği zaten lifli ve besleyici bir gıda olması… İçerdiği beta-karoten (provitamin A), C vitamini ve potasyum sayesinde sağlıklı bir öğün için güzel bir tercih. 1 küçük tabak balkabağı vücudun günlük provitamin A ihtiyacının %25’ini karşılamaktadır. A vitaminin öncül maddesi olan beta-karoten vücurra karaciğerde depolanır ve vücut ihtiyaç duyduğunda A vitaminine dönüşür. Beta-karoten, birçok kanser çeşidinin, kalp krizi ya da felce sebep olan damar sertleşmesi hastalıklarının önlenmesine yardımcı olabilir. Bağışıklık sistemini destekleyerek vücudun enfeksiyonlara karşı mücadele etmesini sağlar. Bu faydalı vitamin sadece balkabağında yok tabii ki; sarı, turuncu ve koyu yeşil sebze ve meyveler beta karoten açısından zengin olduklarını belli ederler, örneğin havuç, lahana, brokoli, kavun, şeftali, kayısı da beta-karoten açısından zengin besin kaynaklarıdır.

Çocuklara balkabağı ile hazırlayabileceğimiz zengin tarifler olduğunu söylemiştim. Benim kızıma en çok yaptıklarım ise balkabağı çorbası ve muhallebisi olmuştu bebekliğinde. Şimdi ise tatlı olarak tüketmeyi seviyor. Bu mevsimde haftada bir iki gün de olsa hazırlayıp sofranıza koyabileceğiniz lezzetli tarifler var internette. Mesela Patatesli balkabağı çorbası, bebeğiniz için balkabaklı, pirinç unlu bir muhallebi, ya da okul beslenme çantasına bir dilim balkabaklı, portakallı kek güzel seçimlerden olabilir. Yarım kâse balkabağı ile hazırlayacağınız kek hem besleyici, hem de düşük kalorili bir tercih olacaktır. Balkabağı ile çorbasından, tuzlusuna, tatlısına kadar pek çok tarif bulmak mümkün. Aklıma gelenler, balkabaklı börek, mücver, pasta, puding hatta balkabaklı baklava tarifi bile görmüştüm tarifleri araştırdığım dönemlerde.

Sadece çocuklar için değil tabii ki bizler için de çok faydalı balkabağı. Sadece balkabağı da değil, balkabağı ile ilgili pek çok şey faydalı, çiçeğinden, çekirdeğine hatta özellikle de yağına. Kabak çekirdeği yağı içerdiği E vitamini sayesinde önemli bir antioksidan ve zengin bir çinko kaynağı... E vitaminin yaşlanmayı geciktiren etkisini bilmem yeniden hatırlatmaya gerek var mı? En fazla kabak çekirdeğinde bulunan bu yağ adeta mucizevî faydalara sahip aslında. Kandaki trigliseridleri azaltıyor, kolesterolü düşürmeye, bağırsak, prostat gibi kanser türlerini önlemeye yardımcı oluyor.

Özetle balkabağı öyle sıradan bir masal efsanesi değil, evet belki bir arabaya dönüşmüyor ama içeriğindeki mucize ile üzerimizde çok daha faydalı değişikliklere neden olabiliyor. Kış bitmeden bol bol balkabaklı tarifler denemeniz ve afiyetle tüketmeniz dileğiyle.

(21 Ocak 2010 Perşembe, bebek.com köşemden alıntıdır)

Hayat onlarla neşeli!

Zaman zaman çocuklarınızdan duyduklarınız karşısında nutkunuzun tutulduğu oluyordur eminim. Ve yine eminim ki bu cümleleri nereden öğreniyor diye uzun uzun düşünüyorsunuzdur.

İlk konuşmaya başladıkları andan itibaren sürprizlerle dolu çocuklar. Bazen onların öğrenme hızlarına yetişemeyip algılama mucizeleri karşısında aklımız tutuluyor. Televizyon, iletişim ve bilişim çağında şimdiki çocuklar karşınıza geçip inanılmaz şeyler söyleyebiliyor. Kimisi bir reklam sloganı tadında, kimisi dizi kimisi de benim “Nickelodeon Jargonu” dediğim değişik bir dilden konuşuyor. Kızımın bir gün bana kızıp “seni böcek pisliği” demesini tamamen bu jargona bağlıyorum, daha doğrusu tipik bir Amerikan çizgi filminin talihsiz bir tercümesine... “seni budala şey!”, “bu hiç adil değil!” gibi şahane(!) kelimeler öğreniyor çocuklar şimdiki çizgi filmlerden.

Benim kızıma bunlara ek olarak programlanmış, Sezercik, Ayşecik, Küçük Emrah potpurisi bir Türk filmi jargonu var ki bunun kaynağını hala çözebilmiş değilim. Ben genelde acıklı filmleri izlemekten pek hoşlanmam, evde kızım doğduğundan beri zaten TV onun izleyebileceği programlara hizmet ediyor sadece, o halde bu zavallıcık sözcükler kızıma nereden hediye? Acaba dünyaya gelmeden önce Türk filmleri gösterilen bir bekleme salonunda biraz uzunca mı bekledi? Yoksa ben çocukken bu filmlere çok maruz kalmış ve bilinçaltıma atmış olabilir miyim? Oradan da çocuğuma bu bilgiler transfer edilmiş olabilir mi? Nereden öğreniyor bilmiyorum ama bazen beni gerçekten çok eğlendiriyor. İşte balarısından sizi de eğlendirebileceğini düşündüğüm seçmeler:

Babası işe gider arkasından mahzun bir ifade ve titrek bir ses ile sormaya başlar: Benim babam bir daha gelmeyecek mi? Ben şimdi babasız mı kalacağım?
Anne iş nedeniyle şehir dışındadır ve gece 3’te ağlamaklı bir ses onu uyandırır: Anne ben sensiz yaşayamam, yanımda olmadığında seni çok özlüyorum, ne olur gel!
Oyuncakçıda istediği oyuncak alınamaz, gerekçe çok pahallı bir seçim yapmış olmasıdır, balarısı yerlerde yuvarlanır: Neden bu oyuncağı alamayız? Neden bu kadar fakir olmak zorundayız anne!
Anne banyoda meşgul, balarısı kapıda ağlar: Anne iyi misin? Sağlığından endişeliyim lütfen aç kapıyı!
Hastanede acilde yarılmış kaşımıza doktor müdahale etmektedir, daha doğrusu gülmekten edememektedir çünkü çocuğumuz bağırır: Lütfen biri bana yardım etsin, çok zor durumdayım!
Oda cezası almıştır, arada bir odasından çıkıp koridordan bize bağırır: Hayatımı mahvettiniz!
Zamanında yemeğini yemediği için yemek kaldırılır, balarısı ağlar: Karnım çok aç, biraz ekmek verin bari… Ya açlıktan ölürsem!
İstediği balon alınmayınca duygu sömürüsüne başlar, ben bile inanıp ağlayabilirim bu performans karşısında: Keşke benim de böyle bir balonum olsaydı, onu bileğime bağlar mutlu mutlu koşardım.
Gece yatarken ertesi gün okula gitmemek için duygusal konuşmalar başlar, fonda bir tek acılı keman sesi eksiktir: Okulda bütün gün seni çok özlüyorum anne, pencere de gelmeni bekliyorum, hep seni düşünüyorum.

Daha bu örnekler uzar gider ve ben her seferinde aynı şaşkınlıkla ve kararsızlıkla kalakalırım. Gerçekten ciddi mi, benimle alay mı ediyor, biri kamera şakası mı yapıyor? Hala da kızımın bu acıklı Sezercik diyaloglarını nereden duyup öğrenmiş olabileceğini kestiremiyorum. Ama anneliğin en çok bu sürprizlerle dolu tarafını seviyorum galiba. Karşınızda canına can kattığınız bir mucize duruyor ve aklıyla sizi hiç durmadan şaşırtıyor, güldürüyor.

Yeni yıldaki bu ilk yazım yüzünüzde küçücükte olsa bir gülümseme yaratsın istedim. Tüm senemiz, hatta hayatımız bizi güldüren, mutlu eden, mucizelere inandıran güzel anlarla dolu dolu geçsin.

Tüm anne babalara, yavrulara, bebek.com ailesine ve okurlarımıza sağlıklı ve mutlu bir sene diliyorum.

(11 Ocak 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Evde ne kadar demokrasi?

Çocukluğumuzda “sen küçüksün anlamazsın”, “büyüklerin işine karışılmaz” , “sen daha çocuksun, karar veremezsin” şeklinde ikazları sık sık duymuşuzdur. Sonra çocuk psikolojisi alanında aydınlanma çağına girdiğimizde okuduklarımızın bize farklı bilgiler verdiğini gördük, içten içe özgüvenimizi baskılayan, ifade becerimizi törpüleyen ebeveynlerimize kırıldık. Çocuklarımıza daha fazla fikirlerini sormaya, seçenek hakkı vermeye, onlar konuşurken daha fazla dinlemeye başladık. Ama acaba bu konuda da biraz ipin ucunu kaçırdık mı?

Etrafımıza baktığımızda, birçok evin artık küçük yöneticileri, efendileri, patronları olduğunu görmek zor değil. Hepimiz çocuklarımıza göre planlar yapma, onları mutlu etme derdine düşmüşüz sanki ve işin kötüsü karşımızdaki çocuk da hani bunun kadir kıymetini bilecek olgunlukta değil. “Görüyor musun bak, annemle babam beni dışarı çıkarmak için en sevdikleri filmden vazgeçtiler”, “sağ olsunlar biraz ağladım diye baş başa dışarı çıkmadılar” gibi hassas şeyler düşünmüyorlar ki? Zamanla çocuğa bu olağan bir durum gibi geliyor, ne istersem yapıyorlar, herhalde böyle olması gerek, ben ne istersem o! şeklinde bir düşünce oluşuyor çocuklarda… Sonra da, eşimle baş başa bir şeyler yapmayalı ne kadar zaman oldu, arkadaşlarımıza ne zamandır gidemiyoruz, kendime bir türlü zaman ayıramıyorum şeklinde yakınmalarımızı dinleyip duruyoruz.

Çocukların düşüncelerini ifade etmelerini sağlamak, onların da bir birey olduğunu hissettirmek, fikirlerine ve isteklerine değer vermek elbette önemli. Zaten yeni yetişen nesil bizlerden kat kat fazla özgüvenli ve cesur… Ama sırf onları mutlu etmek için gerçek dünyaya ve kurallarına sırtımızı dönmek ne derece doğru? Kuralsız ve sınırsız bir hayat sadece çocuklar için değil biz yetişkinler için bile imkânsız olurdu. Düşünsenize trafik kurallarının ya da işaretlerinin olmadığı bir şehirde yaşasak, bizi yönlendiren ya da uyaran levhalar bir anda ortadan kaybolsa, toplum ya da görgü kuralları olmasa, herkes itişe kakışa yürüse ya da hep bir ağızdan konuşsa hayat nasıl bir kâbusa dönüşürdü? İşte bu yüzden çocuklar için kurallar ve sınırlar bu denli önemli.

O halde Çocuklarımızı yetiştirirken ne kadar demokratik olmalıyız? Uzmanlar çocuklarınızı dinleyin, düşüncelerine değer verin ama sınırı çizmekten korkmayın diyor. Çocuğun kendi sınırlarını ve bir ebeveyn olarak bizim buna ne kadar izin vereceğimizi bilmesi gerekiyor. Tabii bu sınırı çizerken, “sen daha küçüksün, anlamazın, karar veremezsin” şeklinde dikta uyarılarla değil yine demokratik bir üslupla bunu gerçekleştirebilmek gerek. Uzmanlar çocukların kendilerini ifade etmelerine ya da yorumda bulunmalarına izin verilmeli ama kararı yine en son anne babaların vereceği bildirilmeli diyorlar. “Madem istiyorsun, peki o halde!”demek yerine “Haklı olabilirsin, düşündüm de bu güzel bir fikir, bende böyle yapmamıza karar verdim gibi cümleler ile karar hakkının ebeveynlerde olduğu vurgulanabilir. Uygun olmayan ya da mantıksız isteklerine ise o konuda yeterince bilgisi ya da tecrübesi olmadığı için karar veremeyeceği uygun bir dille söylenebilir. Uzmanların bir uyarısı da bir kuralı ya da doğru bir davranışı öğretmek için çocukları başkalarıyla kıyaslamaktan özellikle kaçınmamız gerektiği yönünde. Bizler nasıl birileriyle kıyaslanıp kendimizi yetersiz hissetmekten hoşlanmıyorsak, onların da bir birey olduğunu ve bunun çocuğa faydadan çok zararı olduğunu unutmamak gerek.

Şüphesiz hepimizin hayatı çocuktan önce ve çocuktan sonra şeklinde net bir çizgi ile ikiye ayrıldı. Çocuktan sonra hayatımızın en çok ta ilişkilerimizin dinamiği değişti. Ama yine uzmanların söylediği bir gerçek var, “siz çocuklarınıza göre değil, çocuklarınız size göre yaşamalı”. Bu, kendi hayatımızın koşuşturmacısı ya da keyfi içinde çocuğumuzu oradan oraya savuralım anlamına gelmiyor tabii ki. Burada önemli olan kendimize de yaşam alanı ayırabilmek ve çocuğumuzun bunu anlamasını sağlayabilmek. Tüm çocuklar az ya da çok benmerkezciler ama dünyanın onların etrafında dönmediğini, gerçek hayatta kırık kalpli tecrübeler ile öğrenmelerindense, yine bizden öğrenmeleri belki de en sağlıklısı. O halde şimdi, anne-baba ayarlarımızı tekrar gözden geçirme zamanı…

(31 Aralık 2009 Perşembe,bebek.com köşemden alıntıdır)

Çocuğum hiperaktif mi?

Bu soru galiba çağımızın çocuklarına bakınca aklımıza en fazla takılan sorulardan biri.
Çocuklar sürekli bir kıpırtı ve enerji halinde, bazen aşırı sinirli halleri ve öfke nöbetleri ile bizi hayrete düşürüyorlar. Sabırsızlar ve çabuk sıkılıyorlar. Bütün bunlar çocukların hiperaktif olması için yeterli işaretler mi? Toplumumuzda teşhis koyma konusunda uzmanlığı olan ne çok birey var değil mi? Bu yüzden “Çocuğunuz çok hareketli, yoksa hiperaktif mi?” sorusunu sıklıkla duyuyor olabilirsiniz.

Ben kızımın hiperaktivite ihtimalini okula başladıktan sonra düşünmeye başladım. İlk haftalar öğretmenlerinden sıklıkla duyduğum şey grup aktivitelerine katılamadığı, çabuk sıkıldığı, sabırsız ve hareketli olduğu yönündeydi. Sonuçta böyle bir ihtimal olduğunu düşünüyorsak, bir uzmana danışmak, arkadaşımıza ya da komşumuza kulak vermekten daha doğru bir yaklaşım olur şüphesiz.

Hiperaktivitenin gerçek anlamda ne olduğunu öğrenmek sanırım ilk yapmamız gereken şey. Öncelikle hareketli olan her çocuğun hiperaktif olma ihtimali olmadığını öğrendim, dahası aslında 12 yaş altında her 20 çocuktan birinde görülebilen hatta ağırlıklı olarak erkek çocuklarda gözlenen bir davranış sorunu olduğunu da böylelikle öğrenmiş oldum.

Hiperkativitenin anlaşılabilmesi için belirgin bir test yok açıkçası ve genellikle çocuğunuz okula başlamadan evde pekte kolay anlayabileceğiniz bir durum değil gözlemlediğim kadarıyla. Tedaviden çok, kontrol altına alınarak aşılabilmesi mümkün bir sorun diyelim, çünkü nörolojik bir durum ve ayrıca ailede, anne ya da babada var ise çocukta da görülmesi genetik rolü bakımından oldukça muhtemel. Hiperkativiteyi nispeten belli edebilecek işaretleri anlamak için çocuğunuzda en belirgin olarak şunları gözlemlemeniz gerekiyor:

* Çocuğunuzun yemek ve uyku bozuklukları gibi sorunları var mı?
* Çocuğunuz çoğunlukla huzursuzluk ve hareketlilik halinde mi?
* Çocuğunuz oturarak yapması gereken işler söz konusu olunca size zorlu saatler mi geçirtiyor? (örneğin yemek yemek, ya da bir puzzle ile meşgul olmak, resim çizmek gibi)
* Çocuğunuz yaşına göre biraz fazla ve aşırı mı konuşuyor?
* Çocuğunuz grup aktivitelerine katılmakta ve oyun kurmakta zorluk çekiyor mu?
* Onun taşkın hareketlerini, koşuşturmaca halini ve öfke nöbetlerini kontrol etmekte güçlük çekiyor musunuz?
* Çocuğunuz sırasını beklemekte ve sabretmekte zorlanıyor mu?
* Sıklıkla çevresindeki konuşmaları bölüyor ya da sizi dinlemiyor mu?

Sizin kaç tane var bilmiyorum ama yukarıdaki sorulara benim rahat bir 4 adet EVET yanıtım mevcut, hatta 4,5 diyelim. Bizi psikolog ziyaretine götüren 4,5 güzel EVET…

Bize kesin bir teşhis konmamakla birlikte, ibrenin hiperaktivite ve dikkat bozukluğu yönüne doğru hafif bir seyir halinde olduğu yönündeydi. Bu yazıyı yazmamdaki en büyük sebep, sizin de EVET’leriniz ağrlıklı ise uzmana gitmenin önemini bir kez daha vurgulamak. Çünkü bunlar her zaman çocuktan kaynaklı sorunlar olmayabiliyor. Okula başladığında, onu bugüne kadar yetiştirirken belki de fark etmeden yaptığınız bazı hatalar hiperaktivite ya da dikkat bozukluğu gibi şekillerde alarmlar verebiliyor, bizim örneğimizde biraz böyle bir durum söz konusu idi. Oturarak bir şeyler ile uğraşma ya da yemek yeme konusunda bizim kurallarımız çok net olamadı mesela. Siz kararlı olsanız bile eminim akşam işten gelip, kapıyı açtığınızda, çocuğunuzun peşinde kaşıkla dolaşan bir anneanne, babaanne ya da bakıcı karesine, benim gibi, birçoğunuz rastlamışsınızdır. Burada çocuğu oturarak yemediği için suçlayamayız, çünkü ne de olsa çocuk, “yemek yemek için oturmana gerek yok ben arkanda kaşıkla da gezebilirim” mesajını veren bir yetişkin ile karşı karşıya. Hangi çocuk istemez hem yemek yiyip aynı zamanda da oynamayı ya da dolaşa dolaşa televizyon seyretmeyi? Kızımın okulda oturarak yemek yemeyi öğrenmesi epey zaman aldı ama en azından 3-4 ayın sonunda bunu başarabildi, ama hala evde zaman zaman oturarak yemeyi reddediyor, çünkü bu konudaki otorite boşluğunun farkında. Oturamama durumu zaten zincirleme pek çok şeyi etkiliyor. Çünkü çocuk oturamazsa, arkadaşları ile beraber yemek yemek gibi sosyal bir olaya ya da aktivitelere katılamıyor, ayakta kalarak becerilerini geliştiremiyor, bu da kendini başarısız hissetmesine ve bir süre sonra iyice uzaklaşmasına ve bu başarısızlığın faturasını da hırçın davranışlar ve öfke nöbetleri ile dışa vurmasına kadar varabiliyor. Tabii bu tür problemler söz konusu olduğunda uzmanlar kadar öğretmenler ile de işbirliği önemli, çocukların sorununu öğretmenler ne kadar bilirse başarmaları için o kadar gayret edeceklerdir.

Aslında toplumumuzda yine yaygın olarak doğru bilinen bir yanlışta hiperaktivitenin sadece ilaçla tedavi edilebildiği yönünde. İşin gerçeği, hiperaktivitenin belli bir tedavisi olmamakla birlikte, davranış sorunlarının kontrol altına alınabilmesi için uygulanabilecek çeşitli yöntemlerin olduğu yönünde. İlaç her zaman ilk seçenek değil tabii ki, ama çocuktaki sorunlara bakılarak bu kararı yine uzmanlar en doğru şekilde vereceklerdir. Bunun dışında bazı davranış ya da oyun terapileri, hatta uygun beslenme diyetleri bile faydalı olabiliyor. Çocuğumuzda hiperaktiviteden şüpheleniyorsak, bunu tetikleyen gıdalardan onları uzak tutmamız ebeveyn olarak alabileceğimiz en basit önlemlerden biri. Hangi yiyecekler hiperaktiviteyi tetikleyebilir diye düşündüğümüzde ise tahmin etmek sanırım hiç zor değil; şekerli, kalorili, boyalı ve katkılı besinlere dikkat etmemizi öneriyor yine uzmanlar.

(18 Aralık 2009 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Evvel zaman içinde...

Bizim bu masallarla başımız dertte.

Ya çağın çok gerisindeler, ya da çocukları ürkütecek derecede vahşiler.
Evvel zaman içinde, çocukların psikolojisini bu kadar bozacak masalı yazmak için psikopatlar heyeti mi toplandı acaba?

Kurt, kırmızı başlığın ninesini yer, sonra doymaz kırmızı başlığı da yer. Sonra bir oduncu gelir, karnını yarar, ikisini kurtarır, içine çakıl taşı doldurur, kurt su içmeye gider, dereye düşer boğulur. Bu nedir şimdi? Gel de çocuğuna anlat bu fanteziyi, insan yiyen kurtlar, karın deşen oduncular. Neyse ki son zamanlarda biraz revize edildi, kurt artık nineyi dolaba kilitlemeye başladı. Bizdeki kitapta böyle ama doğal olarak soruyor kızım, nine niye dolaptan imdat diye bağırıp yardım istememiş? Elini ağzını bağlamış gibi birşey desem çocuk dehşete düşecek, çelik dolap oldu bizim masaldaki. Ses geçirmeyen çelik bir dolap…

Daha felaketi var, pamuk prensesin kalbini isteyen kötü kalpli kraliçeye ne dersiniz? Avcı onu öldürmemek için bir ceylan katlediyor, onun kalbini söküp kraliçeye götürüyor, bir de yetmezmiş gibi pamuk prensesin elbisesinden bir parça koparıp kanlı kanlı adrese teslim ediyor. Tabii bu masal bizde yine değişime uğruyor. Kötü kraliçe kurtul ondan diyor, avcıda ormanda bırakıp kurtuluyor. Zamane çocukları burada önemli bir soru sorabiliyor. Babasına telefon etmemiş mi? Babası onu bulurmuş? O zaman cep telefonu yokmuş ki bal arısı? Neden yokmuş? Bu bir masal… Masallar çok eski zamanlarda geçer. Telefon, televizyon yokmuş işte o zamanlar. Hmmm…(sessizlik)

Daha bitmedi, peki ya Uyuyan Güzel? Kral ve Kraliçe uzun yıllar sonra doğan bebeklerini kutlamak için davet verirler, kötü kalpli büyücüyü çağırmazlar. O da gelir ve bebeğin yanına giderek,16 yaşına gelince eline iğne batacak ve ölecek! kehanetini buyurur. Elimize iğne batarsa ölür müyüz? Ölmeyiz kızım, kötü büyücünün bahsettiği iğne sihirli bir iğneymiş, sadece masallarda olan. Zaten Aurora’da ölmemiş sadece yüzyılcık uyumuş! Ufak atsalar civcivler yer belki ama bu zamane çocukları yemiyor maalesef.

Bir de 3,5 yaşındaki çocuğun bile aklına yatmayan işler var, biz bu kadar sorgulamazdık masalları. Pamuk prenses cücelerin evine nasıl girmiş? Kapı neden açıkmış, başkasının evine girilir miymiş, peki neden pamuk prenses o evi temizlemiş, bulaşıkları yıkamış? (burasını bende hala anlamıyorum) Pamuk prenses çok titizmiş kızım.

Külkedisi ayrı bir vaka… Cam ayakkabı olur mu hiç anne, kırılıp ayağına batmaz mı? Kırılmaz, sihirli çünkü. Bu sihir lafında çok keramet var. Çocuğunuza masal okurken çok sıkıştığınız yerde bonus gibi hemen kullanın.

Ağustos böceği ve karıncaya ne dersiniz? Sen bütün yaz şarkı söyledin ben çalıştım. Şimdi donarak ve açlıktan öl de aklın başına gelsin. Çocuklara bencil olmayı daha güzel öğretebilen bir masal tanımıyorum üzerine. Bizim masalda karınca Ağustos böceğini evine kabul ediyor, bir daha ki yaza çalışıp kışa hazırlanacağına söz veriyor o da, sonra mısır patlatıp film seyrediyorlar.

Hansel ve Gratel’e de değinelim mi? Hani yam yam cadı kadına? Çocukları şişmanlatıp sonra kazanda pişirip yeme fantezisi. Bir nesil bu masallara mı kurban gitti acaba? Bu kadarı da fazla dedirten, çocuklara dikkat etmeleri gereken şeyleri anlatırken bir yandan canice fikirler aşılayan, katletme üzerine mesajlar veren tuhaf masallar.

Onlar değiştirmiyorsa siz değiştirin.

Ben bu konuda yabancı bir bebek kanalında yayınlanan “bebeklere masallar” programını öneririm. Bugünkü çocuklara, onların psikolojilerini göz önünde bulundurarak revize edilmiş eski masalları bir de orada dinleyin. Örneğin, Kırmızı başlıklı kız, karnı acıkmış kurda “lütfen” demeyi öğretiyor, “biraz yemek verir misin lütfen?” diyen kurdu ninesi ile sofraya davet edip birlikte yemek yiyorlar. Başka bir masalda Külkedisi balo için kıyafetini kendi dikiyor, hazırlıyor… Öyle periler, büyüler yok. Böyle değiştirilmiş, yenilenmiş bir sürü güzel masal var orada. Siz de çocuklarınıza yenilenmiş bu masalları anlatabilir, ya da kendi masallarınızı yazabilirsiniz. Hayal gücünüze kalmış. Şimdiki çocuklar gerçekten harika ve artık o tozlu raflarda kalmış, eskimiş, çocuk ruhundan bir haber masallara hiç ihtiyaçları yok.

(03 Aralık 2009 Perşembe, bebek.com köşemden alıntıdır)

Korkunç iki de neymiş, Dehşet üç’lere buyurun!!

Anne olduktan sonra hayatıma tuhaf tuhaf terimler yerleşmeye başladı, en korkunç olanı da adı gibi “korkunç” iki yaş sendromu idi, idi diyorum çünkü çocuk psikolojisinde tanınmayan ama biz annelerin yarattığı başka bir kavram daha var “Dehşet” üç’ler…

Korkunç iki, yani “Terrible two” çocuğumuzun hayatında erken ergenlik tecrübesi oluyor uzmanlara göre. Genelde 18 ay civarı başlayıp 42 aya kadar sürebilen bir dönem. Bu nedenle belki terminolojide korkunç üç’ler yok, ama sabırla beklememe ve kızımın neredeyse 45. aya gelmesine rağmen bizde katlanarak çoğalmakta olduğu için bana göre var.

Bu dönem başladığında hayatımızda pek çok şey değişti, panik halinde kitapları karıştırdık, uzmanlara danıştık, “Aman tanrım ben ne yapacağım şimdi?” sorusunu içimizden çaktırmadan da olsa sık sık sorar olduk. Çocuğun kişiliğinin yerleşmeye başladığı, isteklerinde kararlı olmaya ve bunları kabul ettirmek için büyük çaba sarf etmeye başladığı olumsuz tavırlar bütünü olarak da tanımlayabiliriz korkunç iki’leri. İki yaşında iken ne de zormuş desem de en azından tersini yapma, ya da başka bir şeylere ilgisini çekme gibi yöntemler ile daha kolay atlatabiliyorduk bu inat ve öfke krizlerini. Mesela parka gidelim gibi bir önerime bile “ben gitmem” diye karşı çıkabiliyordu kızım, o yüzden onu parka götürmek istediğimde “bugün parka gitmeyelim” diye başlattığım oyun amacına ulaşıp “hayır gidelim” ile sonuçlanabiliyordu. “Bu elbise güzel değil bence bunu giyme” diyerek istediğim elbiseyi giydirtebiliyordum. Çünkü o dönem annem ne derse tersini yapacağım gibi bir tavır sergilemeye yemin etmişti kızım adeta.

Sonra işler değişti, benim yapmak isteyip, istemiyormuşum gibi başlattığım oyunlara olmadık seçenekler eklemeye ve onlarda ısrarcı olmaya başladı, “bir dakika bu planda yoktu? Parka gitmeyelim önerim, bence de gitmeyelim tiyatroya gidelim, ya da o elbiseyi giymeyelim önerim, evet, yaz günü atkı bere ile sokağa çıkalım ısrarlarına kadar varır bir hal aldı. Kâbus dedikleri bu olmalı. H er sabah okula giderken 3 elbise, 5 çorap değiştirmek; ayakkabı giymeyi reddettiği için sokağa yalın ayak çıkmak; önce pilav yemek isteyip, tam pişirip önüne koyduğum an ama ben makarna istemiştim şeklinde çıldırırcasına ağlamak; inadından oturup 3 muzu üst üste yemek; sürekli bir dikkat çekme arayışı içinde olup, nefes aldırmadan, oturtmadan, sürekli istemek, istemek ve yine istemek gibi…Sonra tabi şiddet, eşyaları kafamıza fırlatmak, tekmelemek, dökmek, kırmak, saçmak gibi katma değerleri de gecikmedi. İşte benim için korkunç iki de neymiş, dehşet üç anları bunlar.

Sıklıkla bu durumlar kreşe başlamanın ertesinde, ya da kardeş gibi hayatının düzenini etkileyen yenilikler sonrasında bu kadar şiddetli yaşanıyor uzmanlara göre. Bu dönem ile ilgili zaman zaman işe yarayan, bazen de teğet geçen bazı öneriler var, taviz vermemek, kurallarımızda net ve istikrarlı olmak, her istediğini yapmamak gibi. Mesela her istediğini yapmama konusunda sınırlarımız belli ve açık, biraz da bu yüzden böyle öfke nöbetlerine maruz kalıyoruz ama biliyoruz doğru olanı bu. Örneğin gece pijamalar giyilip yatılır kuralı belki haftada üç gece yerli yerinde duruyor mu, bakalım annem unutmuş mu diye sürekli sınava tabii tutuluyor. Bu gece elbisemle yatacağım, hayır pijama giymen gerek… Genelde bir saat sonra yorgun, bin bir türlü eziyete maruz kalmış ama kazanmış bir anne olarak pijamalı çocuğumu uyutuyorum. Bazı arkadaşlarım beni eleştiriyor ve soruyor, neden? Elbisesi ile yatsa ne olur yani? Elbisesi ile yattığı an benim pek çok şeyde kaybettiğim an olur çünkü. Aslında kurallar o kadar da önemli değil mesajını vermenin yanı sıra, ertesi gün kahvaltıda yumurta yenmeyebilir mesajını da beraberinde vermiş oluyorum. Birçok kitap okudum bu konuda, kuralları ve sınırları koymayı, net ve kesin cümleler kullanmayı öğrendim diyebilirim, bunlarda mesele yok, ama nedense o kitapların hiç değinmediği bir durum var. O sınırları çizerken karşımdaki minik öfkelinin krizi ile nasıl baş edeceğiz? İşte bizim meselemiz bu. Geçen gün bir uzmanın bu konuda faydalı olabilecek bir tavsiyesini okudum, çocuklarımıza duygularını anlamada yardımcı olmalıyız diyordu, öfkesini bastırmadan ona bu duyguyu anlatarak problemlerini çözme yolunu göstermeliyiz. Bende o günden beri ne zaman sinirlense, şu an öfkelisin, sinirlisin ama vurarak, kırarak halledemeyiz, konuşabiliriz diyorum. Ama işin bu kısmı hala karışık, “Evet anne şu an çok öfkeliyim” deyip eline geçen şeyleri fırlatmaya devam ediyor. İşte bu yüzden yolumu biliyorum ama bir türlü o yoldan gidemiyorum. Sabır galiba tehlike anında camı kırıp basacağımız tek zil! Sürekli beynime bu sinyali gönderiyorum.

Böyle zamanlarda kendinizi rahatlatacak yöntemler bulmak sizin elinizde. Dün akşam yine bir savaş sonrası uykuya dalan kızımın üzerimde yarattığı stresi atmak için pijamalarımı giyip facebook’taki adacığımda yer elması, üzüm mahsullerimi toplamaya koyuldum. Sonra birden benzer durumlara aşina başka bir anne arkadaşım ile çevrimiçi karşılaştık; nasılsa çocuklar uyudu, haydi babalara satalım ve bir saat çıkıp bir yerlerde oturalım şeklinde şahane bir fikit geldi aklımıza ve “hadi” deyip kendimizi bir anda dışarıda bir cafe’de keyifli bir sohbet ortasında bulduk. Lisede okulu kırmışız gibi tuhaf bir his ama iyi geldi, dostlar her zaman iyi gelir. Çok bunaldığınızda “tebdili mekânda ferahlık vardır” diyerek benzer yöntemlere başvurmanızı öneririm, nasılsa yarın yine aynı şeyler olmaya devam edecek, ama bazen ancak böyle molalar bizi şarj edebiliyor.
(13 Kasım 2009 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

TV ve Çocuk

İtalya’da yapılan bir araştırmaya göre televizyon sürekli olarak beyni aşırı şekilde uyardığı için çocuklar fizyolojik olarak erken gelişiyorlarmış. Ergenlik öncesi fazla TV izlemek çocuklarda hormonal dengesizliklere neden olabileceği gibi TV’den alınan radyasyon melatonin hormonlarını etkileyerek ergenlik sürecini hızlandırıyormuş.

Fransa’da Medya Yüksek Konseyi, 0–3 yaş arası çocukların televizyon izlemesine yasak getirmiş.

Yine başka bir araştırmaya göre Kanada’lı bilim adamları iki yaşından önce çocukların televizyon izlemesini kesinlikle önermiyorlarmış.

Pek çok kişi çocuğunun ileri dil ve motor becerisinin televizyondan kaynaklı olabileceğini düşünse de, Amerikan Pediatri Akademisi aynı fikirde değil. İki yaş öncesi 872 çocuk üzerinde yapılan araştırmada televizyon izleyen çocukların dil ve motor gelişimlerinin izlemeyen gruba göre daha ileri olduğuna dair herhangi bir kanıt elde edilememiş. Hatta fazla TV izleyen grup çocuklarda sıklıkla obezite, şiddete karşı daha aşırı eğilim ve düşük uyku kalitesi gibi bulgulara rastlamış.

Çocuklarda gelişmekte olan beynin doğal olmayan bir düzeyde uyarılması zaman içinde çocuklarda ilgi ve odaklanma kaybına yol açıyormuş. Çocuklar beş duyuları ile algıladıkça pek çok şeyi beyinlerine kodluyorlarmış, ancak TV sadece görme ve işitme duyularına hitap ettiği için diğer üç duyu zamanla körelebiliyor ve bu körelmede çocuklarda iletişim ve öğrenme bozukluklarına sebep olabiliyormuş.

Hayatımızda, aile yapımızda büyük yer tutan televizyonun şimdi biz çocuklu ailelerin hayatındaki rolü nerede ve ne kadar olacak? Hiç mi, yoksa yeteri kadar mı? “Yeteri kadarın” ne kadar olduğunu belirlemek ne derece mümkün?

Katı televizyon yasağının dışında görüşe sahip uzmanların bile altını çizdikleri konu şu ki 0–3 yaş dönemi çocuklarımıza sadece ve sadece çocukların gelişimlerini hedefleyen bilinçli hazırlanmış yayınları izletmemiz ve bunu da bir oyalanma değil öğrenme aracı olarak kullanmamız yönünde.

Peki, hiç olumlu yönü yok mu televizyonumuzun?

Aslında TV seyretmek toplumumuzda tüm aile bireylerinin birlikte vakit geçirmesi için bir olanak haline dönüştüğü, sosyal bir eylem. Doğru programlar seçildiğinde çocukların pek çok konuda görsel algılarını ve hayal güçlerinin geliştiren, onları yaratıcılığa yönlendiren, öğreten bir araç olarak görülebilir TV şüphesiz. Ama uzmanlar yine de uyarıyor: kaliteli programları seçin ve çocuğunuzu televizyon ile baş başa bırakmayın, yanında bulunun, gerektiğinde açıklamalarla bulunup konuyu derinleştirin. Onlarla sık sık konuşun, izlediği şey ile ilgili sorular sorun.

Kaliteli programları nasıl seçeceğiz?

Öncelikle kendimize basit bir soru sormamız gerekiyor; “Bu programın çocuğumun gelişimine gerçekten katkısı var mı?” Küçük çocukların sosyalleşmesine ve öğrenme yeteneklerinin gelişmesine yardımcı olacak eğitici programlar, belgeseller, tarihi ve kültürel programlar vs. zararsızlar listesinin başında yer alıyor. Çocukları şüphesiz uzak tutmamız gereken yayınlar ise haberler, yetişkinler için korku ve şiddet sahneleri içeren filmler, müzik klipleri ve maalesef çorcuklarımızı tüketici kitle olarak görüp satın almaya çalışan reklamlar.

Uzmanlar 0–3 yaş dönemini çocuklarda sosyalleşme temellerinin atıldığı en önemli dönem olarak görüyorlar. Çocuğa hayat boyu gerekli olacak sosyal çevre ile etkileşim becerilerinin kazanıldığı bu dönem ne kadar çok televizyon karşısında geçerse, gelecekte de o kadar problemli dönemlerin bizi beklediği konusunda uyarıyorlar. Bu problemler ise iletişimde özel eğitime kadar varabilecek boyutlar anlamına geliyor. Uzmanlar en çok aile yakınları ve bakıcılar tarafından bakılmakta olan çocukların kontrolsüz şekilde uzun saatler TV izlemeye maruz kaldıklarına dikkat çekiyorlar ve anne babaları bu konuda dikkatli olmaları konusunda uyarıyorlar.

(23 Ekim 2009 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Oyuncaklar, Bebeğimiz ve Biz

Oyuncaklar çocuklar için her zaman eğlenceli ve ilginçtir. Ancak onları sadece oyuncak olarak görmeden hangi amaca hizmet edeceğini bilip almak anne baba için pekte eğlenceli olmayan, hatta zahmetli bir iştir. Biz anne babalar genelde oyuncakçıya girdiğimizde nasıl bir oyuncak almalıyım sorusunu sık sık kendimize sorarız. Okul öncesi çocuklar hayal güçlerini ve sosyal becerilerini büyük ölçüde oyuncaklar ile kazanıyorlar. Sadece bu da değil çocuklarda konuşma becerileri, motor becerileri ve el göz koordinasyonu da doğru oyuncaklar ile daha hızlı gelişiyor.

Ne zaman oyuncak almaya başlamalı?

Emekledikleri andan itibaren artık çocuklar yaşadıkları ortamı hızla keşfetmeye hareketlenmeye ve öğrenmeye başlıyorlar. Bu aylarda bebeğimiz için oyuncaklarda olduğu kadar evde güvenlik de çok önemli. Biz her ne kadar bütün çekmeceleri dolapları kilitlesek, prizleri örtsek, hatta eşyaları en güvenli şekilde yerleştirsek bile bebeğimiz her gün mutlaka bizim unuttuğunuz ayrıntıları eliyle koymuş gibi bularak bizi yeni önlemler almaya teşvik edecektir. Bu dönemde bebekler bir şeyi bir yerden kaldırıp başka yere koyma, itme, çekme, eşyaları bir şeyin içine doldurma, boşaltma, iç içe koyma, üst üste dizme gibi eylemleri uygulayabilecekleri nesnelere ihtiyaç duyarlar. Bebeğimizin bu becerilerini evdeki eşyalarımız üzerinde geliştirmesini istemiyorsak ona ihtiyacı olan oyuncakları alma zamanımız gelmiş demektir.

Peki, çocuklarımızı ne tür oyuncaklar almalıyız?

Emekleme dönemi bebek oyuncaklarına baktığımızda, renkli şekiller, oyuncakların doldurulup boşaltılacağı türde kovalar, ahşap ya da sünger bloklar, üst üste, iç içe geçen kutular, ileri geri itilebilecek tekerlekli oyuncaklar, az parçası olan tahta ya da plastik yapbozlar bulabileceğimiz en uygun türde oyuncaklar.

Özellikle 12 aydan itibaren evin meraklı kâşifleri etraflarında var olan her şeyi büyük bir merakla tanımaya ve incelemeye koyuluyorlar. Bu dönemde ilgilerini en çok renkli ve sesli oyuncaklar çekiyor. Yine de uyarmalıyım ki aldığınız onca oyuncak arasında çocuklar evdeki eşyaları kurcalamaktan asla vazgeçmiyorlar. Eşyaların yerini değiştirme, eşyaları bir yerlere saklama huyları hat safhaya ulaşıyor. Bu yaşlarda bir çocuğunuz varsa ayakkabınızın içine doldurulmuş bisküviler, kapak arasına sıkışmış zavallı rujunuz, çöp kutusunda çalan cep telefonunuz, para ödemek için çantanızı açtığınızda yerinden alınmış cüzdanınız ve yerine bırakılmış televizyon kumandanız sizi çok fazla şaşırtmamalı.

Bir-iki yaş arası dönemde çocuklar giderek bir şeyler yapabiliyor olmaktan keyif alabilecekleri oyuncaklara ilgi duyuyorlar. Geometrik şekiller, harfler, sayılar, daha fazla parçalı yapbozlar, müzik aletleri eğlenceli ve oyalayıcı oyuncaklar haline dönüşüyor. Özellikle 2 yaş sonrasında anne baba rolüne, mesleklere ilgi eğilimi başladığı için daha çok doktor, itfaiyeci, tamirci araç gereçleri, kostümler, market, mutfak setleri, çay takımları, bebekler, oyuncak ütüler, süpürgeler, ev aletleri ilgi çekici olmaya başlıyor ve bunlar ile oyun kurmaya, hayal güçlerini daha da geliştirmeye yöneliyorlar. Bunun yanı sıra bol resimli hikâye kitaplarına bakmak, resim yapmak, oyun hamurları ile oynamak çocukların oturarak bir şeyler yapmayı öğrenmeleri konusunda güzel birer araç olabiliyor.

Bu dönem sadece oyuncaklar ile değil tırmanmak, atlamak, nesneleri atmak hatta fırlatmak gibi fiziksel aktiviteler ile de tecrübe kazanmayı sürdürüyorlar. Bu dönemde çocukların zaman zaman rutin olarak aynı hareketi tekrarladıklarını görürsünüz, koltuğa defalarca tırmanıp atlamak, ya da merdiveni çıkıp çıkıp inmek, elindeki oyuncakları gürültüyle birbirine ya da etraftaki eşyalara vurmak gibi. Bu konu hakkında bir bilgiyi erken annelik dönemimde ilk okuduğumda garip bir teori olarak algılamıştım çünkü bize yıllarca bunlar çocukların yaramazlıkları gibi gösterildi. Oysa bunlar çocukların yükseklik, alçaklık, yakınlık, uzaklık gibi olguları, dokuları, yüzeyleri, nesneleri keşfettikleri, motor becerilerini geliştirip kaslarını güçlendirdikleri öğrenme egzersizleri olarak bilinse belki anne babalarımızdan daha az “yeter, dur, otur” komutlarını alır ve çocuklarımıza da daha az verirdik. Bu tür davranışlar konusunda yapabileceğimiz en doğru şey, çocuğumuz kendine ya da etrafa ciddi bir zarar vermediği sürece, onu durdurmak yerine onun güvenliğini sağlayıp gözlemlemek ve nasıl öğrendiğine şahit olmak.

Oyuncağın güvenliğinden emin olmak…

Son olarak oyuncak alışverişi konusunda yeni start alan ebeveynlere bir hatırlatma… Avrupa’da birçok ülkede oyuncaklar 1995’ten bu yana güvenlik düzenlemelerine ve kanuna tabii olarak üretilmekteler ve “CE” sembolü ile tescillenmekteler. Ne yazık ki ülkemize kaçak olarak giren pek çok ucuz oyuncak üzerinde de bu sembol yer alıyor ama kanunlara ve düzenlemelere dikkat edilmeksizin üretilmiş oldukları boya kalitesi, ucuz fiyat ve kötü malzemesinden kendini belli edebiliyor. Oyuncak alırken dikkat etmeniz gereken, çocuklar için bu standartlarda üretildiği bilinen güvenli markaların oyuncaklarını tercih etmek ve yine güvenli mağazalardan alışveriş yapmak. Belki maliyet nedeniyle bebeğinizin daha az oyuncağı olabilir ama önemli olan bebeğinize ne kadar çok oyuncak aldığınız değil, gelişimine ve sağlığına uygun doğru oyuncaklar seçmiş olmanızdır.
(11 Eylül 2009 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Bizim cephede “Virütik” bir hafta

Bu haftamız hastalıkla geçti biraz. Balarsının bağırsaklarına sızan hain adenovirüs kızıma oldukça zorlu birkaç gün geçirtti, haliyle bize de.

İnsan her gün yeni bir şey öğreniyor gerçekten. Bundan iki sene önce bir rotavirüs vakamız olmuştu, geçmişten gelen tecrübe ile daha ikinci ishalde, “yoksa yine mi rota?” endişesine kapılıp gaita testine bir numune gönderdik ama bu kez farklı isimli bir virüs yani “adenovirüs” ile tanıştık.

Aslında adenovirüs ve rotavirüs benzer özelliklere sahip virüslermiş. Bu iki tür virüs de çocuklarda ishal, kusma, yüksek ateş, iştahsızlık, baş ağrısı halsizlik gibi etkiler gösteriyor. Biz daha önce rotayı çok şiddetli geçirdiğimiz için sanırım bu sefer adenovirüsü daha hafif atlattık eskiye nazaran. Bu virüslerde “reinfekte” görülebiliyor, yani bir kez yakalanmak bağışıklık kazanmak için yeterli olmayabiliyor, ancak şanslıyız ki ikinci kez yakalanıldığında hastalık ilki kadar ağır seyretmiyor. Bir de tabii iki yaş ve altı çocuklarda daha sık görülen ve daha fazla etkili olan virüsler bunlar sanırım. Biz 3 günde atlatmış olsak ta 10–14 gün süren vakalar olabiliyormuş.

“Rotavirüs” ile “Adenovirüs” birbirine çok benzeyen virüsler olsa da edindiğim bilgiye göre rotavirüs için en yüksek pozitiflik alınan aylar Şubat, Ocak ve Aralık, adenovirüs için ise Temmuz, Mayıs ve Eylül ayları imiş. Tabii solunum yolu ile bile bulaşıcı özelliği olan bu virüsler bir süre sonra salgına dönüşebiliyor. Yaygın olarak okul, kreş gibi ortamlardan, ortak kullanılan oyun alanlarından, oyuncakların yüzeylerinden, kirli sulardan, iyi yıkanmamış meyve sebzelerden, daha aklımıza gelebilecek pek çok şeyden bulaşabiliyor.

Doktorumuzun önerisi ishal sürerse ve kızım sıvı almayı reddederse hastaneye başvurmamız yönünde oldu. Tabii bu arada doktorun verdiği suya katılan “antidiyareik” , sindirim ve metabolizma düzenleyici ilaçlardan kullandık, daha doğrusu kullanmak için epey bir çabaladık.

Bu tür ilaçları bebekken suya karıştırıp içirmek kolaydı ve kızım gık diyemediği için suyu “gluk” diye içiyordu. Ama bu yaşta bunu içirmek ne zormuş meğer! “Bu suyu beğenmedim, bu suyun tadı tuhaf, kesinlikle içmem” gibi itirazları karşısında ilacı içiremiyor olmanın acizliği ile kalakaldım. Tabii pes etmek yok, biraz ayranı sulandırılıp içine ilaç katarak, yağmur ormanlarından küçük Tarzan’ın gönderdiği özel bir formül olduğunu söyleyip içirmeyi başardım. Annelik en çok hangi yönümü geliştirdi diye sorarsanız, yaratıcı drama kabiliyetimi diyebilirim. ? Kahvaltıda da sütü yarı yarıya sulandırıp ilacı içine kattım ve balla tadını biraz daha içilebilir hale getirdim. Bunlar belki önerilen yöntemler olmayabilir ama o an o kadar aciz kalıyorsunuz ki içebildiği ne varsa onun içine katıp veriyorsunuz. Aslında çorbaya da katabileceğimizi duymuştum ama çorba içirebilmek hele de o halsiz ve iştahsız hali ile ne mümkün, hiç değilse ayran ve süt sevdiği içecekler olduğu için içirmesi kolay oldu. Zaten iki üç şase kullandıktan sonra ishal başarıyla sonlandırıldı.

Hastalıklarda beslenme konusunda bazı doktorların farklı önerileri olabiliyor, bir grup doktor su tutucu gıdalar ile katı diyet uygulamanızı isterken bazı doktorlar çocuğunuzun her zaman yediği ya da sevdiği şeylerden yedirmeye devam etmenizi, diyet uygulamamanızı istiyor. Açıkçası naçizane fikrim de ishali direkt olarak kesmekten yana değil, daha ziyade virüsün vücuttan atılmasına, temizlenmesine yardımcı olacak, ishalin hızını kesecek ama artmasını da engelleyecek bir beslenmeden yana. Özellikle kusma var ise bir tabağı bir seferde yedirmekte ısrarcı olmamak, az az, sık sık beslemek ve aralarda kaşıkla ya da bardakla sık sık su vermek gibi...Tabii bebek eğer anne sütü alıyorsa anne sütünü kesinlikle kesmemek gerekiyor.

Bazı anneler ishal durumunda çocuklara evde yapılan şekerli tuzlu su karışımlarından içirmeyi tercih edebiliyorlar ancak şahsi fikrim eczanelerde satılan ve sağlık ocaklarından ücretsiz temin edilebilen oral rehidratasyon sıvılarından kullanılmasından yana, çünkü evde hazırlanan karışımları dengelemek zor olabilir ve bunun sonucunda bebeğiniz olumsuz etkilenebilir. Artık bu tür hazır daha pratik ve faydalı oluyor. Ben bu tür hastalıklarda beslenme konusunda, önlem olarak çok az yağlı ve şekersiz gıdalar seçmeye; makarna, pilav, ızgara et, elma, muz, şeftali gibi besinlerden yedirmeye, bol bol su, ayran gibi sıvılar içirmeye gayret ediyorum. İshali artıran gıdalar neler olabilir derseniz sebze yemekleri, mercimek çorbası, domates, armut, vişne, çilek, portakal, salatalık, limon, zeytin, bisküvi, gofret, simit, kavun, karpuz, üzüm gibi yiyecekler ağırlıkla uzak durulması gerekenler sınıfında.

Netice de öyle ya da böyle uykusuz ve yorgun geçen 3 gün sonrasında adenoyu kovaladık ama 3 günden uzun süren ishalli hastalıklarda mutlaka bir sağlık kurumuna veya doktorunuza başvurmak gerektiği bilgisini de unutmamakta fayda var.

Her türlü virüsten uzunca bir süre uzak kalmak umuduyla hepimize sağlıklı günler.
(03 Eylül 2009 Perşembe, bebek.com köşemden alıntı)

Uygun kreş ya da Uygun kreş

Çocuğumuzu kreşe verme dönemimiz yaklaştıkça anne olarak hepimizin ortak doğal kaygıları gün yüzüne çıkar. Kreş çocuk için oldugu kadar anne için de zorlu bir alışma süreci şüphesiz. Hem çocuğumuzu bir yere emanet etme duygusuna alışmak, hem ondan ayrı kalma düşüncesine kendimizi hazırlamak hem de bugüne kadar dert ettiğimiz ya da etmediğimiz yeni kaygılarla tanışmak ebeveynler için kolay değildir. Çocuğun yaşayacağı değişime, bu sürece nasıl adapte olacağımıza, nasıl bir tutum göstereceğimize dair düşüncelerimiz şöyle dursun, ilk başta gece gündüz kafamızı hep aynı soru meşgul eder. Nasıl bir kreş seçeceğiz? Nelere dikkat edeceğiz?

Bugünlerde benim kafam bu soru ile hayli meşgul iken ve araştırmalarımı bu yönde yoğunlaştırmışken belki bu konuda taze tecrübelerim aynı soru ile meşgul ebeveynlere fikir verebilir diye umuyorum.

Başlangıç olarak değerlendirilmesi gereken bence 5 ana konu var fikrimce;

Mekan, Verilen hizmet/Bakım koşulları, Çalışanlar, Bilgilendirme ve Gözlem.

Mekan:

Bu dönem belki başınızı döndürecek, aklınızı karman çorman edecek kadar çok kreş gezebilirsiniz. Pek çoğu görüntüde sizi büyüleyebilirken hizmet olarak daha ilk günlerden sizi hayal kırıklığına uğratabilir, yada belki pek gösterişli olmayan bir mekan çocuğunuzun gelişimine büyük katkı sağlayacak özelliklere, artılara sahip olabilir, o halde ilk kriterimiz görüntüye aldanmadan objektif olarak gözlemlemek.

Kreş ile ilgili ilk akla gelmesi gereken soru sanırım kreşin çalışma saatleri olmalı. Devamında çocukların güvenliğinin nasıl sağlandığı, kreşin temizliğinin ne sıklıkta yapıldığı (örneğin tuvalet temizliği) Kreşin yangın alarmı yada yangın çıkışının olup olmadığı gibi konuları sorgulamak gerekiyor. Ayrıca içeriye giriş çıkış kontrollerinin nasıl yapıldığına da sormakta fayda var, örneğin yabancı biri elini kolunu sallayarak binaya girebilir mi, ya da çocuğunuzun kimseye görünmeden binadan çıkma tehlikesi var mı? kapıda görevli birileri her zaman bulunuyor mu?


Verilen hizmet/Bakım koşulları:


Kurumun Eğitim Politikası nasıl, disiplin nasıl sağlanıyor? Kreşe yeni başlayanlar ile nasıl ilgileniliyor, arkadaşları ile nasıl kaynaşması sağlanıyor. Yıl içinde nasıl aktiviteler yapıyorlar, bunlar ne kadar önceden planlanıyor. Açık alanda ne sıklıkta aktivite yapıyorlar, ne kadar sürüyor? Çocuklara nasıl yiyecekler veriliyor, beslenme uzmanlarına danışılıyor mu? Örneğin verdikleri meyve suyu, bisküvi yada kek türü yiyecekler hazır mı? ev yapımı mı? Hazır ürünlerde hangi markaları kullanıyorlar. Yemek hazırlanan yerin hijyenik koşulları nasıl. Çocukların alerjik durumlarını göz önünde bulundurarak dikkat ediliyor mu? Uyku saatlerinde nasıl bir uygulama var, zorunluluk var mı yada uyumayan çocuklara yönelik nasıl aktiviteler var.


Çalışanlar:


Sınıftan kim sorumlu? Eğitim düzeyi ne? Çocuk başına düşen öğretmen sayısı kaç ve diğer öğretmenlerin eğitim düzeyleri nasıl? Sınıf öğretmeni yada başka öğretmenler gelemediğinde idare nasıl sağlanıyor, yıl boyunca çalışanlar ne sıklıkta değişiyor. (Öğretmenlerin devamlılığı bence çok önemli bir konu zira çocuklar iki günde bir değişen yeni yüzlerden çok alıştıkları, sevdikleri yüzleri görmeyi istiyorlar) Çalışanlar arasında ilk yardım eğitimi olan var mı, varsa kaç kişi eğitimli? (Kurumlarda ilk yardım yapmaya yetkisi olan kişinin mutlaka sağlık bakanlığı onaylı sertifikası olması gerekir, bu tür belgesi olmayan bir kişinin uygulayacağı ilk yardım, ilk tehlikeye de dönüşebilir) Kreşi ziyaret eden bir çocuk doktoru var mı?, ne sıklıkta sağlık taraması yapılıyor?



Bilgilendirme:


Çocuğunuzun gelişimi, gruplara katılımı, aktivitelere ilgisi vesaire gibi konularda nasıl bir bilgilendirme ağı sağlanıyor. Kamera ile takip imkanı var mı? İstegiğinizde gidip bilgi alacağınız danışabileceğiniz bir uzman ve rehberlik hizmetleri var mı?


Gözlem:


Kreşlere gidip ziyaret ettiğinizde içerideki çocuklar size nasıl görünüyor? Mutlu ve rahatlar mı? Yoksa huzursuz ve asık suratlı mı?Çalışanlar nasıl görünüyorlar çocuklar ile ilgili mi yoksa aralarında konuşarak göz ucuyla çocuklara bakmak ile mi yetiniyorlar? Kullandıkları oyuncaklar nasıl? Temiz ve yeni oyuncaklar mı yoksa eskimeye yüz tutmuş kirli görünümlüler mi?


Elbette söz konusu çocuklarımızın gelişimi ve eğitimi olunca hepimizin farklı farklı beklentileri ve öncelikleri olabiliyor ve bu saydığım sorular herkesin beklentilerine göre uzuyor yada kısalıyor. Önemli olan çocuklarımızın gelişimine güzel katkı sağlayabilecek onları mutlu edecek en uygun kreş konusunda karar verebilmek. Kendime ve bütün ebeveynlere kolaylıklar diliyorum.

(24 Temmuz 2009 Cuma,bebek.com köşemden alıntıdır)

Anne ben acıkmadım!

Siz hiç “çocuğum bir güzel yemek yer, doymaz daha ikinci tabağı da ister” gibi şeyler anlatan anneler gördünüz mü? Kaç anne çocuğunun iştahından ve yeme düzeninden gerçek anlamda memnundur bilemiyorum ama en azından benim duyduklarım hep memnuniyetsiz olanlar. İtiraf etmeliyim ki bende bu gruptayım ve bu memnuniyetsizlik yüzünden yemek saatlerimizi bir dönem kızıma ve kendime zehir etmiş bir anneyim. Toplumumuzun, kültürümüzün bize öğrettiği en büyük yanlışlardan biri olan “kilolu çocuk sağlıklı çocuktur” inanışına göre çocuğunuz ne kadar toparlak ise, toplumun gözünde o kadar iyi annesinizdir. Yani kızımın yememe sorunu yetmiyormuş gibi üstüne bir de çevre faktörü eklenince eli kaşıklı bir cadıya dönüştüğüm anlar çok oldu. Bu konuda ne yapmalıyım, kızıma nasıl yemek yedireceğim diye araştırmalara koyulduğumda bulduğum kaynaklar bana zorla güzellik olmayacağını ama yemek konusunda da yersiz ısrarımı sürdürürsem pek çok beslenme problemine davetiye çıkaracağımı gösterdi.


Biraz obezite alır mıydınız?


Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan Obezite tanımlaması “Sağlığı bozacak ölçüde yağ dokularında anormal veya aşırı miktarda yağ birikmesi” şeklindedir. Çocukluk döneminde başlayan obezite türleri olabildiği gibi, ergenlik veya yetişkinlikte de obezite sorunu baş gösterebilir. Uzmanlar Obezite’yi bir beslenme problemi olarak görüyorlar ve bunu birkaç grupta sınıflandırıyorlar. Obeziteye yol açan pek çok faktör var; Genetik faktörler, beslenme alışkanlıkları, fiziksel aktivitenin yetersizliği, sosyoekonomik durum ve psikolojik faktörler önemli sebeplerden.


Neden obezite dünyada böyle hızlı bir yükselişte?


Bunun en önemli sebebi elbette günümüzün değişen koşulları. Hep diyoruz ya “biz çocukluğumuzu sokaklarda oynayarak geçirdik” en büyük nedenlerden biri de işte bu cümlemizde gizli. Oynadığımız oyunları bir düşünün; ip atlamak, saklambaç, yakar top, elim sende, sek sek..Bu oyunların hepsi büyük hareket, efor ve enerji gerektiren oyunlar. Bugün çocuklarımız herşeyden önce bu hareketlilikten yoksunlar. Evde televizyon veya bilgisayar başındalar, dahası okulda bile artık belki bu kadar hareket etmiyorlar. Koltuk tepelerinde gezinip,sağa sola atlamak ne ölçüde bir hareketlilik bilmem ama evdeki çocuklar için bundan fazlası yok ne yazıkki. Fiziksel aktiviteler azalıp bir de düzensiz yemek alışkanlıklarının, hazır gıdaların, yağlı yiyeceklerin devreye girmesiyle birlikte erken yaşta obezite çocuklarda yaygın bir problem olarak gün yüzüne çıkıyor.


Bize ne görev düşüyor?


Uzmanlar öncelikle çocuklara zorla yemek yedirmekten vazgeçmemizi öğütlüyorlar.”Yemek yeme bir vücut ihtiyacıdır. Vücut, gereksinim duyduğu yemek miktarını kendi metabolizmasına göre belirler”. Yani çocuğunuzun yediği 3 kaşık yemek sizin için az ve yetersiz olabilir ama onun vücudunun gereksinimi için bu yeterlidir ve siz o sınırları zorladıkça zamanla ihtiyacından fazla yemek yeme alışkanlığı başlayacak, dahası bu alışkanlık yaşı ilerledikçe onu ihtiyacından fazla kalori almaya ve daha fazla abur cubur tüketmeye sevkedecektir. Yaş ile birlikte harekette azaldıkça da bu alışkanlıklar yerini şişmanlık ve obezite gibi sorunlara bırakacaktır.


Yemeyen çocuklar için neler yapılabilir?


Amerika’nın ünlü bir beslenme sitesinde bir uzman şöyle bir fikir ile yaklaşmış bu konuya. “Belki çocuğunuzun acıkma saati ailenizin yemek saatleri ile uyuşmuyordur, ve çocuk henüz acıkmadığı için yemek yemeyi reddediyordur”. Bunun için de şöyle bir öneride bulunmuş: “Çocuğunuzun bulunduğu odaya az miktarda yiyecekler koyup gözlemleyin, mutlaka acıktığında gidip yemek isteyecektir, onun yemek yediği saatleri dikkate alıp çocuğunuzun ya da ailenizin beslenme zamanını buna göre ayarlayabilirsiniz”
Bunun dışında yemekleri daha eğlenceli şekillerde sunmak, yemekleri beraber hazırlayıp mutfakta ondan yardım almak, çocuklar için hazırlanmış yemek kitaplarından tarifler denemek, sofrada beraber oturup onu da bu sosyal alışkanlığa dahil etmek benim faydalı bulduğum diğer yöntemlerden.

Ancak tabii ki yemek yemeyen, kilo almayan, gelişimi yaşıtlarından geride seyreden çocukların durumu uzman doktorlar tarafından incelenmeli ve değerlendirilmeli. Bu durumlarda kulaktan dolma tavsiyeler ile alınan iştah açıcı ürünler ve vitaminler çocuğa faydadan çok zarar verebilir.


Çocuklarımızı aşırı yemekten ve abur cuburdan nasıl koruyalım?


Yine uzmanlar diyor ki çocuğunuza gerçek açlık ile duygusal açlık arasındaki farkı öğretmek sizin elinizde. Hani bir çoğumuz “mutsuz olunca çok yemek yiyorum”, “moralim bozuk canım tatlı istiyor” şeklinde dert yanarız. Bunun çocukken ağladığımızda avutulduğumuz çikolatalar, tatlılar ile bir ilişkisi var mıdır acaba? Bilimsel bir açıklaması var mı bilmem ama bir alışkanlık olduğu aşikar. Çocukların duygularını besleyrek onlara duygusal açlığı öğretiyor olabilir miyiz? Bu yüzden uzmanlar diyor ki çocuğunuz üzgün ya da mutsuz olduğunda onu bir şeker veya çikolata ile teselli etmeyin, hatta çocukları hiçbir durumda yemek ile ödüllendirmeyin. Gerçek açlık duygusunu anlamasına ve doğru zamanda doğru yiyecekleri seçmesine yardımcı olun.


Böyle bir çağda, reklam ve tüketim çılgınlığında bu kontrolü tam anlamıyla sağlamayı başaran aileler ile gerçekten gurur duymak gerek. Doğru beslenme alışkanlıklarını kendimiz bile bazen es geçerken çocuklarımıza verebilmemiz büyük özveri gerektiriyor. Bu arada siz çocuğunuzu abur cubur gıdalardan ne kadar uzak tutarsanız tutun, bir yerlerde büyükanneler, büyükbabalar, amcalar, teyzeler çantalarında bu tuzaklarla geziyor benden söylemesi ?
(17 Ağustos 2009 Pazartesi,bebek.com köşemden alıntı)

Eyvah Tuvalet Eğitimi

İtiraf etmeliyim bu konu son iki yıldır hayatımızın en ciddi sorunu idi. Kızımdan daha çok beni strese sokan, sanki hiç başaramayacakmışım duygusuna kapılmama sebep olan en büyük meselemizdi. Bu eğitim çocuğunuzun gelişiminde büyük bir adım ve tabiiki bu eğitimi veren kişi için de aynı ölçüde heyecan ve stres yaratan bir durum.
Hala sıcak yaz günlerindeyiz ve bu eğitime bu aylarda başlamayı planlayan anneler için bu yazım umarım yol gösterici olabilir.

İlk olarak size bir başarısızlık öyküsü… Yani İlk denememiz, yani 29. ayımız. Tuvalet eğitimini tatil dönüşüne bırakmıştım, evde bütün hazırlıklar tamamdı. Müzikli oturağımız, Disney prensesleri ile süslü klozet aparatımız, alıştırma külotlarımız, halılarda arındırılmış serbest sahalarımız. İlk 1 hafta kolaydı aslında, zamanında haber veriyordu ve kazalar çok nadir oluyordu. Bir tek büyük tuvalet kontrolümüzde sorun vardı ve oturma süresinin uzunluğuna henüz hazır değildi kızım. Ancak her şey iyi gidiyor derken, 10. günden sonra işler tamamen değişti.

Kızım bu işten ciddi halde sıkılmıştı ve artık oyunun bitmesini istiyordu. “Ben abla olmak istemiyorum, bez bağla” diyecek kadar tepkisini dile getirdiyse de ben hala bir umut çabalarımı sürdürdüm. Bu çabam evin her köşesine bırakılan protesto işaretlerini temizlemekten başka işe yaramayınca pes ettim.

Sonra pek çok kez bu konuyu gündeme getirdiysem de, kısa süreli denemelerle, tuvaleti özendirici örneklerle, rengârenk külotlarla durumu süslediysem de bu kızımı ikna etmek için yeterli olmadı. Bende artık peşini bırakmıştım. Kızımın buna hazır olamayabileceği aklımın ucundan geçmiyordu, kızım tembel davranıyordu dahası tüm hata ve başarısızlık bendeydi.

3. yaş günümüzden kısa bir süre sonra ilk defa bu talep kızımdan geldi. Tuvaletini haber veriyor ama bezden de vazgeçmiyordu. Eğitimin temelleri ilk kez kızım tarafından atılmıştı ve bu sefer bende buna geçici bir heves olarak baktığım için pek stres yaratmadım açıkçası. Sonra kızımı bez rahatsız etmeye başladı, külot istekleri gündeme geldi, sonra gece bez bağlamalarımıza da biraz gayretle son verdik ve neticede bu kez bu eğitimi başarıyla tamamladık.

Şimdi gelelim bu süreçte belki bu fikrin hazırlanmasına katkıda bulunmuş olabilecek sebeplere. Öncelikle en çok gitmek istediği yerleri hedef olarak belirledik. Mesela hayvanat bahçesi ve AVM deki oyun parkı...Oralara bez ile girilemiyordu(!), ama bezi bıraktığımız gün ilk iş hayvanat bahçesine gidip kapıdaki görevliye bizim bezimiz yok artık girebilir miyiz? diye soracaktık ve bunu yaptık da. Tabii görevlinin bizimle iş birliği yapması biraz zaman aldı. Bu pembe yalanlar bizim işimizi kolaylaştırdı yani.

Diğer uyguladığımiz yöntemlerden biri de bez standartlarını bir nebze aşağıya çekmek oldu. Daha az emici ve biraz da kilosuna göre dar bir bez onun durumdan biraz rahatsız olmasını sağladı.

Çok sabırlı ve temkinli olmanızı 3-4 denemenin sonunda başarabilmiş bir anne olarak ayrıca öneriyorum. Başlarda çok sık tuvalete gitmek isteyebiliyorlar. Gün içinde her 20 dakikada bir bile olabilir bu durum, bazen bir kaza sonrasında üzerini değiştirip arkanızı döndüğünüz an yeni bir kaza durumu da yaşayabilirsiniz. Zamanla tutma süresi uzuyor ve normale dönüyor. Tabiiki sabır kadar özveri de gerekiyor, sabahın ilk ışıklarında ok gibi yataktan fırlamak yada bir AVM’de tuvalete yetişmek için maraton koşmak gibi. Ona tuvaletini haber verdiği her an destek olmanız gerekiyor.

En çok da kazalara karşı doğru davranış biçimi belirleme kısmı zor. Her çocuğun doğası farklıdır. Kitaplarda bu tür kazaları çok yumuşak karşılamamanız vurgulanır. “Çocuğu kesinlikle aşağılamayın ya da alay etmeyin ama fazla hoşgörülü de davranmayın”; “Bu seferlik seni anlayabiliyorum ama bir daha olmasını istemiyorum” gibi kesin cümleler kurmayı öğrenmiştim kitaplardan. Bu tutumlarım benim kızımda kesinlikle ters etki yarattı. Hatta birkaç kazadan sonra bana bez bağla diye isyanlara kadar vardı sonucu. Kendi çocuğunuzu en iyi siz tanıyorsunuz, nabzı da şerbeti de belirlemek size kalmış. Son denememizde tutumumda da değişiklik yaptım, bu tür kazaların bazen olabileceğini, üzülmemesini söyledim her seferinde. “biliyorum ki tuvalete yetişebilirsin, bunu başarabilirsin, ama bugün çok yoruldun ya da derin uyuyordun sanırım o yüzden bu kaza oldu”gibi yumuşak tonda telkinler benim işimi kolaylaştırdı. Tabii bu tür kazaları minimuma indirmenin diğer önemli bir yolu da her zaman çocuktan sinyal beklememek, süreyi kontrol edip ara sıra tuvaleti olup olmadığını sormak.

Eninde sonunda kitaplarda verilen temel önerilerden çok uzaklaşmadan deneme yanılma yoluyla da olsa kendi yöntemlerinizi, sözcüklerinizi ve duruşunuzu siz belirleyebilirsiniz. Tekrar beze dönüşün sakıncaları hakkında söylenenler ilk eğitimde beni ısrarcı olmaya itmişti, şimdi ise bir uzman değil ama anne olarak tavsiyem olmuyorsa kendinizi ve çocuğunuzu yıpratmadan beze geri dönün demek olur, belki bezin konforu konusunda değişiklikler yapabilirsiniz ama ilk denemede başarılı olamadıysanız bu hayatın sonu değil. Çocuğunuz hazır hissetmiyor olabilir, ona biraz daha zaman tanıyın. Bu konuda dünyadaki gelişmelere baktığımızda artık tuvalet eğitimi yaşının giderek yukarı çekilmekte olduğunu rahatlıkla görüyoruz. En önemlisi uzmanlar diyor ki “hiçbir eğitim verilmese de çocuk zaman içinde kendiliğinden bu alışkanlığı kazanacaktır”.

Tuvalet eğitimi denemelerimiz sırasında pek çok kez hayal kırıklıkları yaşadım, ama son deneme ve başarma sürecimiz sonrasında önemli bir ders çıkarabildim kendime. Biz ne kadar istesek de, özendirsek de bunun tek başına bir faydası yok. Bütün çocuklar bu süreci kendi iradeleri ile belirliyorlar ve onlar istemeden altın bir klozete de oturtsanız ille de bezime yaparım diyorlar. Doğru zamanı mı kolluyorsunuz? Çocuğunuza kulak verin yeter ama bu fırsat kapınızı çalınca da canla başla bir parçası olun, ilk bir iki hafta belki sizin için kabus tadında geçebilir, ama sonrasında kazanılan rahatlık buna fazlasıyla değiyor.
(07 Ağustos 2009 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Çocuklar görür, çocuklar yapar

Bazen ona bakarken bir aynaya bakar gibi oluyor musunuz? Ya da kendinizi kaydettiğiniz bir kasedi seyreder gibi. Ben öyle çok kapılıyorum ki bu duyguya. Bazen saatlerce oturup seyrediyorum kızımı. Bazen beni mutlu eden bazen de kendimi eleştirmeme yol açan öyle çok şey görüyorum ki karşımda.

Her çocuğun kendine özgü farklılıkları var ve zaman içinde bu farklılıklar davranışlarımıza daha net çizgiler çizerek karakterimizi oluşturuyor.Her ne kadar genlerimiz aracılığı ile bize pek çok iyi ve kötü özellik en başından kodlanmış olsa da geri kalan büyük bir bölüm zamanla aile, çevre, okul gibi ortamlarda oluşuyor, baskılanıyor, törpüleniyor yada pekişiyor ve karakterimizin büyük ölçüde tamamlanması 6-7 yaşı buluyor. Bu yüzden çocuklara sağlıklı bir aile ortamı sunabilmek onları en iyi şekilde yetiştirebilmek ve iyi birer örnek olmak bu denli önem taşıyor.

Ben bu konuda bazı uluslar arası çocuk örgütlerinin çalışmalarını hayranlıkla izliyorum ve şüphesiz son yıllarda izlediğim en başarılı çalışma NAPCAN (The National Association for Prevention of Child Abuse and Neglect)tarafından hazırlanan ve Uluslar arası reklam şirketi DDB tarafından 2006 yılında çekilen bu film,yani “Children SEE, Children DO” (Çocuklar görür, Çocuklar Yapar) Ebeveynleri ve yetişkinleri oniki den vuran inanılmaz başarılı bir reklam filmi. DDB ve NAPCAN ortaklığında öncesinde de çekilen seri filmlerin en sonuncusu. Bu filmin ilk olarak gösterimi Uluslar arası Çocuk Koruma Haftası nda gerçekleşti . Film büyük ilgi , beğeni kazandı ve dünyada pek çok ödüle layık görüldü. Hala izlemediyseniz bu filmi izlemenizi özellikle öneririm, herhangi bir arama motoruna “Children See, Children Do” yazmanız yeterli.

Ben bu konuda ailelere düşen görevi yine de vurgulamak istiyorum. Etrafımızda görmek istemediğiniz şeyleri, şiddeti, vahşeti, çevre kirliliğini, en önemlisi beyin kirliliğini çocuklarımızdan uzak tutalım. Bu zamanda belki zor ve büyük özveri gerektiriyor ama gerektiğinde televizyonunuzu kapatmaktan korkmayalım. Haber bültenlerinde şuursuzca gösterilen vahşetten ve acıdan, pornografiden, cinayetlerden, kavgalardan mümkün olduğunca onları soyutlayalım. Özellikle de söz konusu 7 yaş öncesi dönemde.

Dünyadaki pek çok ülkede çocuk dostu sivil toplum örgütlerinin çok güzel çalışmaları var, bunlardan en çok dikkatimi çeken işte bu filmin projesinin de sahibi “Çocuk Dostu Avusturalya” topluluğu. Çok güzel fikirleri ve hayata kolayca geçirilebilecek projeleri var. Gittikçe yanlızlaşan büyük şehir insanının yol açtığı asosyallik ve paylaşımdan yoksunluk tehlikesine dikkat çeken bu organizasyonun çok güzel projeleri var; “Çocuk Dostu Sokak”, Çocuk Dostu Okul”, “Çocuk Dostu Park” gibi…

Mesela komşularınızı ne kadar tanıyorsunuz? Çocuklarınızı bu sosyal olguya dahil edin diyor “Çocuk Dostu Sokak” projesi. Sokağınıza yeni taşınanlar ile tanışın, çocuklarınızı tanıştırın, aktiviteler yapabilecekleri alanları araştırın, dahası yaratıcı olun ve kimse yapmıyorsa bu alanı siz yaratın. Komşularınızın çocuklarını tanıyın, doğumgünlerini takip edin, onlara doğumgünlerinde çocuğunuz ile beraber kartlar hazırlayın, sokakta gördüğünüz çocuklara gülümseyin, onları iyi bir şey yaptıklarında onurlandırın, yılda bir kez bile olsa çocuklarla “Sokağımızı Temiz Tutma Günü” düzenleyin, geri dönüşümü anlatın, beraber sokağı temizleyin, onlara ödül olarak şeker dağıtın, çocukları gözlemleyin, sokağınıza arabaların yavaş sürmesini sağlayacak işaretler konulmasını sağlayın, yeşil ve park alanlarına sahip çıkın, komşularınıza karşı nazik ve cömert olun, çocuklarınıza zaman ayırın, onlara paylaşımı öğretin, dahası görebilmeleri için önce siz gösterin, ve onlara kavga etmeyi değil sevmeyi öğretin.

Bunlar zor şeyler değil şüphesiz, değişim çekirdek ailelerden başlar ve bu tür olumlu değişimler çığ gibi hızla büyür ve çoğalır. Bir birey değişirse tüm dünya değişir diye düşünenlerdenim.

Yaşadığımız dünyayı beğenmiyorsak değişime çocuklarımızla başlamalıyız…
(31 Temmuz 2009, bebek.com köşemden alıntıdır)