26 Aralık 2011 Pazartesi

BAL ARISI

Sosyal Paylaşımı Neden Seviyoruz?

Sosyal Paylaşımı Neden Seviyoruz?
Paylaşım sınırlarının her geçen gün biraz daha genişlediği bir çağdayız. Son birkaç sene içinde pek çok alışkanlığımızı değiştirdik, paylaşımı seven bir toplum olduk daha doğrusu seven ve sevmeyen olarak ikiye bölündük.

Önce Profil resimlerimizi, sonra aile resimlerimizi, zamanla gittiğimiz yerleri, yediğimiz ilginç yemekleri, saç rengimizi, ojemizi, ellerimizi, ayaklarımızı bile paylaşır olduk. İlk başta abartılı, aşırı bulunan bazı şeyler zamanla normalleşti. Facebook durumlarımıza aforizmalar yazarak yola çıktık, sonra kendimizden, duygularımızdan, yaşadıklarımızdan, mutluluğumuz ya da yalnızlığımızdan bahseder olduk. Dahası bu tür sosyal paylaşım sitelerinde hesabı olmayanlara şaşırır hatta yadırgar olduk.

Bu süreçte hepimiz kendimize bu soruyu sormuşuzdur eminim, “Neden hayatımızda olan biteni paylaşıyoruz?” Sizin nedenleriniz nedir ve nasıldır bilmiyorum ama aslında üç aşağı beş yukarı aynı noktada birleşiyoruz. Hepimiz dijital günlükler tutuyoruz.

Ben bu tür paylaşımlara sosyal medya araçları Türkiye’de yaygın olmadan biraz daha önce başlamıştım. Ailemin adına açtığım web sitesi ile kızıma hamilelik sürecimi, ay ay nasıl büyüdüğünü, neler yaptığımızı paylaşıyor; beslenmesinden, gelişimine, aşı takviminden oyuncak seçimlerimize, doğum günlerine, tatillere kadar geçirdiğimiz günlerin görsel bir günlüğünü tutuyordum. Uzakta olan aile yakınlarımın, arkadaşlarımın kızımı takip etmeleri sık sık web sitemizi ziyaret edip ziyaretçi defterine mesajlar bırakmaları keyifliydi. Web sitesinin en can sıkıcı yanı bu siteye kimlerin eriştiğini bilmeme ve kontrol edememe kısmıydı. Bu yüzden Facebook aslında tam zamanında imdadıma yetişti. Bir süre sonra web sitemizi güncellemeyi bıraktım ve kızım büyüdüğünde görebilmesi için sadece bir anı olarak saklamaya karar verdim.

Günlük tutmayı, hatırlamayı seviyorum. Başkalarının film, müzik zevklerini, güncel konuları, haberleri, yeni kitapları, bilmediğim şiirleri, beni güldüren videoları ya da güzel anıları paylaşmayı ve paylaşımlara ortak olmayı seviyorum. Bu dijital günlüklerde aslında yazdığımız her şey -iyi ya da kötü- hep bir yerlerde kalıyor. O yüzden en çok kızımla ilgili şeyler paylaşmayı seviyorum. Hafızama kazıyamayacağım anları bu dijital günlükte saklıyorum. Bir süre önce keşfettiğim Archivedbook sitesi sayesinde son üç senedir Facebook’ta paylaştığım şeylerin bir arşivine ulaştım mesela. Meraklısına tavsiye ederim.

İşte, Facebook arşivinde kızımla ilgili beni en çok keyiflendiren bazı anlardan sakladıklarım, yani bulduklarım:

* Size gününüzü göstericem çünkü siz gününüzü bilmiyorsunuz!! Temmuz 2009
* Babacım büyüyünce senin de saçların çıkacak, bekle ve sabret!! Kasım 2009
* Anne bak jelibon paketinin arkasına dua yazmışlar! Mart 2010
*Çizgi filmlerdeki prensler neden hep külotlu çorapla geziyor? Mart 2010
* Anne bu şarkının adı ne? Peki soyadı? Nisan 2010
*Almanya’dakiler Almanyaca konuşur Fransa’dakiler Franslıca (Balım ne diyorsa o!) Mayıs 2010
*Şu havuzdaki karpirajlar ne güzel! (“fıskiye” kelimesini kimse öğretmeyince başının çaresine bakan çocuk) Haziran 2010
*Ben Ankaralıyım anneannem de XXXcelli (telefon operatörleri mağduru bal arısı) Haziran 2011
*Yak gel bildiğin ne varsa, sat gel gözüm yok karakolda (Balım’dan şarkıya farklı bir yorum) Haziran 2011
* Balım'ın "ney" enstrümanı ile imtihanı: Anne bu çalan ne? ney! Bu çalan ney? ney! ben de sana soruyorum bu çalan ney? Eylül 2010
*"Kim bana meyve suyu verirse kraliyetimin yarısı onun olacak!" (fazla çizgi film izleyen çocuğun dramı) Kasım 2010
*Parkta adının Aleyna olduğunu söyleyen çocuğa kızımdan cevap: benim adım da Rosella!! Kasım 2010
*“Yaşlandığında sana anne mi, anneanne mi diyeceğim? (aklı karışık bal arısı) Ocak 2011
*Balım'ın Che ile tanışması ya da tanışamaması - Bu kim? Che, Evliya Che'lebi mi? hayır sadece Che! Behzat Ç gibi mi? Şubat 2011
* U ile başlayan hayvan “Unduz”, Z ile başlayan hayvan "Zebik" (kelime türetmece oyununda hile yapan çocuk) Şubat 2011
*O aslanın adı Burcu değil Samson (burç olayını bir türlü anlayamayan bal arısı aslan burcunu yorumluyor) Mart 2011
"Bu yakışıklı adamın fotoğrafının dolabımızda ne işi var?" (söz konusu fotoğraf Meşhur Adıyaman çiğ köftecisinin buzdolabında asılı ilanı) Nisan 2011
*Senin en yakın arkadaşın kim? Burak!! Neden? şu köşedeki apartman var ya, işte orada oturuyor! :)) Mayıs 2011
*çok yoruldum, yaşlandım galiba yakınmalarıma Balım'ca yorum: "Kocaman kadın oldun hala yaşlanmak peşindesin…" Eylül 2011
"anne ayakkabıların ne güzel parlıyor sanki sensörlü" Ekim 2011
“kitabın önsözü ile tanışan bal arısının merakı...arkasözü de var mı?” Kasım 2011

Bütün bunlara bakınca aslında benim için “Neden Paylaşıyoruz?” sorusunun cevabı karşımda duruyor. Çünkü o büyüdükçe, en çok onun bu hallerini özleyeceğimi biliyorum.. Paylaşıyoruz, çünkü çocuklarımız ile ilgili her şey kalabildiği kadar uzun süre aklımızda kalsın istiyoruz. Annelerin sosyal medyayı sevmesi ve böyle aktif olması da sanırım en çok bu nedenden ötürü.

(25 Kasım 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

Sanal Dünya, Her Şey Bomboş

Çocuklarımızı teknolojinin kollarına teslim etmeden önce bu sanal dünyanın gerçeklerini bilmekte ya da hatırlamakta fayda var. Dahası internet bağımlılığı denen gerçek ile yüzleşmekte fazla geç kalmamalıyız.

Giderek artan teknoloji tutkusu evlerimizi LCD televizyonlar, diz üstü bilgisayarlar, tabletler, en son model telefonlar ile donattı. Evlerimiz şarj kablolarından, bilgisayar aksesuarlarından, oyun konsollarından geçilmez oldu. Hal böyle olunca çocuklar da neredeyse doğar doğmaz bu sanal dünyanın büyüsü ile tanışıyorlar. Çünkü ebeveynler çocukların eğlenmesi, oyalanması hatta yemek yemesi için bile teknolojiden yardım alır oldu.

İnterneti nasıl kullanacağı konusunda yeterince bilgisi olmamasına rağmen artık pek çok çocuk internete kolayca erişebiliyor. Daha kötüsü, pek çok ebeveyn çocuklarının internet kullanımını kontrol edebilme ve çocuklarının internette karşılaşabilecekleri riskleri anlayabilme yeterliliğine sahip değil. Bazı aileler 13 yaşına bile gelmemiş çocuklarına son teknoloji telefonları ve tabletleri almakta sakınca görmüyorlar. Hatta daha 4-5 yaşındaki çocuklarının eline bu teknolojiyi verip, bunları çok iyi kullanıyor olması ile övünen anne babalar var. Ebeveynler küçük yaştan itibaren çocuklarını teknoloji ile tanıştırarak gelecekte teknoloji bağımlısı birer birey yaratabilecekleri riskini görmezden geliyorlar.

Özellikle dil gelişimi tamamlanmamış, okul öncesi çocukların sosyal ilişkiye gereksinim duyduğu gerçeğini unutmamalı. Çocuklara sanal ve tek kişilik bir dünya yaratmaktansa başka çocuklar ile zaman geçirebilecekleri, oyun oynayabilecekleri, fiziksel aktivitelerde bulunabilecekleri ortamları sağlamanın, hem ruhsal, hem bedensel, hem de zihinsel gelişimleri için çok daha faydalı olacağı inancındayım.

Çocukların bilgisayar kullanmasına izin verecek isek kurallarımız açık, net ve uygulanabilir olmalı. Dünya bu konu ile baş etmeye çalışırken ve henüz ülkemizde bu rakamlar çok yüksek değilken bilinçli önlemler alarak internet bağımlılığının önüne geçebiliriz diye düşünüyorum. Örneğin çocuğumuz internet kullanmaya başladığı halde “Çevrimiçi Davranış Kuralları Anlaşması” diye bir şeyi hala duymadıysak, bir an önce Google’dan bir tane temin ederek çocuğumuzla karşılıklı imzalamamız yerinde olacaktır. Bu, duruma biraz resmiyet kazandırmak ve biraz da çocuğumuzu internette neler yapıp yapamayacağı konusunda bilinçlendirmek adına iyi bir başlangıç olabilir. İnternet Bağımlılığı şu anda dünyanın baş etmeye çalıştığı ciddi bir rahatsızlık. Türkiye’de de internet bağımlılığı tedavi merkezlerinin çoğalıyor olması, durumun ciddiyetinin pek de küçümsenmemesi gerektiğini biz anne babalara bir kere daha hatırlatacak türde.

Çin, Japonya, Güney Kore ve Amerika şu anda internet bağımlılığına bağlı suçların ve ölümlerin en çok yaşandığı ülkeler. Örneğin Çin hükümeti önlem alabilmek için çocukların üç saatten fazla bilgisayar başında kalmasını yasaklamış durumda. Bu kuralı ihlal eden kullanıcıların oyun puanlarını sıfırlamak, oyunda geriletmek gibi inanılmaz önlemler alarak internet bağımlılığının önüne geçmeye çalışıyorlar.

İnternet bağımlılığının çocuklar üzerindeki etkisini daha iyi anlayabilmek için birkaç gazete haberini paylaşmak belki yerinde olacaktır:

-Çin’de 17 yaşında bir çocuk, iPad 2 alabilmek için böbreğini sattı!
-İnternet kafede bilgisayar başında üç gün geçiren bir Çinli hayatını kaybetti
-Romanya’da dokuz gün dokuz gece bilgisayar oynayan genç hastanelik oldu
-Rusya'da ailesinin, dersleri kötü gittiği için, bilgisayarda oyun oynamasını yasakladığı çocuk "Sizin bilgisayarınız bana lazım değil" yazılı bir not bırakarak kendini 10. kattan aşağı attı.
-Güney Kore’de 15 yaşındaki çocuk bilgisayar oyunu oynamasına izin vermediği için annesini öldürdü ve intihar etti.
-Bangkok'ta 18 yaşındaki bir genç, almak istediği bilgisayar oyunu için anne babası para vermeyince bir taksi şoförünü gasp etti ve öldürdü.
-ABD'de 17 yaşındaki genç, bilgisayar oyunu oynamasına izin vermeyen anne ve babasını başlarından vurdu.
-İngiltere'de 20 yaşında bir genç bilgisayar başında 12 saat geçirdikten sonra hayatını kaybetti. Otopsi raporu ölüm sebebinin hareketsizliğe bağlı damar içi pıhtılaşma olduğunu ortaya koydu.

Henüz hayatlarının baharını yaşayan çocukları bu derece gerçeklikten koparan, ölümü göze almaya ya da suç işlemeye iten etkenin sadece internet bağımlılığından ibaret olması üzücü ve bir o kadar da inanılmaz. Bu bağımlılığın çocukların vicdanı ve psikolojisi üzerinde ne kadar ciddi travmalar yarattığını görmek ise sanırım gerçek olmayan bu dünyanın içinde var olan tek gerçek. Bilgisayar, çağımızın vazgeçilmezlerinden biri olmuşken biz ailelerin, çok geç kalmadan, çocuklarımızı bilgisayar oyunlarının ve internetin zararlı etkilerinden nasıl koruyacağımızı öğrenmemiz ve bilinçlenmemiz gerek.

(12 Ağustos 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

Hamilelik ve Bitki Çayları

Kış aylarıyla birlikte grip enfeksiyonlarının ve soğuk algınlıklarının sık görüldüğü bir döneme girdik. Bu tür hastalıkları atlatmak hepimiz için ama en çok da hamileler için zor. Hamilelikte vücut direnci düştüğü için hamileler soğuk algınlıklarından daha fazla etkilenip, bu süreci normalden daha ağır geçirebiliyorlar. Hal böyle olunca da anne adayları doğal yollara, vitaminlere ve bitki çaylarına daha fazla rağbet ediyorlar.
Bu yazımda Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr Umut Sarı’nın konu hakkında anne adayları için faydalı olacağını düşündüğüm görüşlerine yer vermek istedim, kendisine anne adayları için bazı sorular yönelttim:

Hamilelikte bitki çayları güvenli mi, hangi bitki çaylarından uzak durulmalı?

Ihlamur, kekik, nane, papatya, rezene, elma çayı gibi klasik ve adı bilinen bitkilerin çayını tüketmekte bir sıkıntı yok. Ancak içinde fitoöstrojen dediğimiz bitkisel östrojen hormonu içeren bazı bitki çayları mevcut bu nedenle özellikle adı bilinmeyen, değişik bitki çaylarından hamilelikte uzak durulmalı. Hamileyken nasıl östrojen ve progesteron içeren doğum kontrol haplarını kullanamıyorsak, vücuttaki hormon mekanizmasını bozma ihtimali olan bu bitki çaylarından da uzak durmamız gerekiyor. Riskleri ise içilen miktarla alakalı… Bir iki fincan tüketmenin teorik olarak bir sıkıntısı olmayabilir ama akut ihtiyaç olmadığı için, içilmemesi daha güvenlidir.

Rahim kasıcı etkileri nedeniyle adaçayı, sinameki gibi çayların da hamilelikte tüketilmemesi gerektiğini artık pek çok anne adayı biliyor.

Ekinezya’nın soğuk algınlığı, grip, zayıf bağışıklık sistemi gibi durumlardan korunmak için faydalı bir bitki olduğu biliniyor. Peki, hamilelikte de tüketilebilir mi?

Biliyorsunuz ekinezya yılan böcek sokmalarına karşı kullanılmasının yanı sıra kışın da immun sistemini arttırması özelliğiyle Kızılderili yerlilerden bu yana kullanılan bir bitki. Bazı kaynaklar gebelik döneminde kullanılmamasını önerirken, başka çalışmalarda da risk olmadığı söyleniyor. Doğrusu ortada bir tartışma varken kullanımını doğru bulmuyorum. Dahası, normal zamanlarda bile 10 günden fazla kullanımının önerilmediğini hatırlatmakta fayda var.

Peki, Hamilelerin güvenle tüketebileceği içecekler neler?

Aşırıya kaçmamak şartıyla, insulin direncini arttıran şekerli içecekler hariç, her şeyi rahatlıkta tüketebilirler.

Hamilelikte diyet ürünler tüketilebilir mi?

Diyet ürünlerinde bir sıkıntı yok, ancak tabi bu bütün günü müsli ile geçirmek demek değil. Neticede hamilelerin karbonhidrat, protein ve yağdan dengeli bir beslenme sürdürmeleri gerekir. Zaten gebelikte bir hastanın ortalama 7-11 kg almasını isteriz. Bu doğal olanıdır.

Hamilelikte kafein içeren içecekler tüketilebilir mi?

Kafein artışı kardiak bir takım sıkıntılara yol açabilir. Zaten gebelikte tüm sistemlerimizin iş yükü ortalama %50 ile %130 arası artar. Kahve günde maksimum 2 fincan, çay maksimum 4 fincan şeklinde sınırlanırsa bir sıkıntı olmaz.

Son olarak, anne adaylarına kış aylarında bağışıklıklarını güçlendirmek için önerebileceğiniz yiyecek ya da içecekler neler olabilir?

Her türlü taze sebze meyve tüketimini ısrarla öneriyorum. Ancak bu demek değildir ki, günde bir kilo mandalina yiyelim. Her şeyden usul usul, adabına uygun beslenme kâfidir. Aslında gebelik ve diğer tüm hayatımızda uygulamamız gereken şey basit, modern çağlar dışında insanlar nasıl beslenirdi diye düşünmemiz yeterli. Eğer bunu hayal edemiyorsak, herhangi bir sokak hayvanını göz önüne alalım. Örneğin benim papağanım var, her şeyden eşit yer ve tokken, önüne ne koyarsanız koyun dönüp bakmaz. Sigara kokarsanız yanınıza yaklaşmaz, hamburger ya da ketçapa bulanmış patates verirseniz yere atar. Bunların hepsinin doğal beslenmeyle ilgili mesajlar olduğuna inanıyorum.

Şüphesiz normal yaşantımızda olduğu gibi hamilelikte de düzenli ve dengeli beslenmeye, dinlenmeye ve kendimizi soğuktan korumaya dikkat etmeliyiz. Dr. Umut Sarı’ya verdiği bilgiler için teşekkür ediyor; tüm anne adaylarına grip ve hastalıklardan uzak, keyifli bir hamilelik süreci diliyorum.

(09 Aralık bebek.com yazımdan alıntıdır)


7 Milyarıncı Bebeğe Mesajım Var

Geçtiğimiz Ekim ayında Filipinler'de bir hastanede Danica May Camacho isimli bir bebek dünyaya geldi ve bu bebekle birlikte dünya nüfusu 7 milyara ulaştı. Birleşmiş Milletler temsilcileri bu bebeği dünyanın “7 milyarıncı bebeği” olarak açıkladı. (26 Aralık 2011 Pazartesi)
Sadece Danica değil, dünyanın çeşitli yerlerinde 31 Ekim gecesi ilk doğan bebekler 7 milyarıncı insan olarak adlarını tarihe yazdırdı, doğumları sevinçle kutlandı. Kimisi ev, kimisi altın, kimisi de hayat boyu eğitim bursu sahibi oldu.

Peki, insanoğlu 7 milyar nüfusa ulaştı da ne oldu derseniz; dünya nüfusunun 7 milyara ulaştığını öğrenmemiz dışında bir şey değişmedi ve dünyada ishal, sıtma, zatürree gibi yetersiz beslenmeden kaynaklanan hastalıklar yüzünden açlıktan ölen milyonlarca çocuk ne Danica, ne de kucağımızdaki bebeklerimiz kadar şanslı olamadı.

Dünya nüfusu giderek kalabalıklaşıyor, her gece 925 milyon insan aç yatıyor ve dünya kaynakları hızla tükeniyor. Çünkü dünya nüfusunun %20’si kaynakların %80’ini tüketiyor. Dünyada gıda fiyatları tarihinin en yüksek dönemini yaşıyor ve kuraklık, kıtlık, savaşlar toplumları her geçen gün biraz daha yoksulluğa sürüklüyor. Fakir kesimin açlığı ve yoksulluğu artarken zengin kesimin tüketimi son 30 yılda %80’lere varan bir artış göstermiş -ki durum gerçekten düşündürücü-. Dünyada zenginliğin ve refahın adil bir şekilde dağılamıyor olması bu sorunları daha da artırıyor.

Daha da ironik tarafı şu ki dünyanın bir kısmı açlık bir kısmı da obezite ile mücadele ediyor. Tüm bunlar olurken dünyanın 7 milyarıncı insanını hala kutlayabiliyoruz.

Hazır gıdayı daha çok seven, üretmeyi bilmeyen, bol tüketen, sabırsız nesiller olarak hem de son 60 yılda nüfusu 3’e katlayarak ilerliyoruz. Çocuklarımıza tasarrufu, doğa kaynaklarını verimli kullanmayı, çevre sorunlarının tehlikeli sonuçlarını öğretemeyecek, onları bilinçlendirmeyecek kadar meşgulüz üstelik.

Bu yazıyı yazıyorum çünkü dünyanın 7 milyarıncı bebeğine benim de bir mesajım var:

Hoş geldin 7 milyarıncı bebek,

Geldiğin dünya pek hayal ettiğin bir yer olmayabilir, biz geldiğimizde de çok iyi durumda değildi ama biz çocukluğumuzda ekili tarlalar, meyve ağaçları gördük, UHT işlemlerine ve homojenizasyona uğramamış sütlerden içebildik en azından. Ekolojik dengeyi de bir güzel bozduk. Dedelerimizden kalan o ağzına kadar dolu kilerleri boşalttık ama merak etme balık genli domates, tavuk genli patates, mısır bırakıyoruz sana, sen onlara kısaca GDO de. Organik gıdalar da var aslında ama seni dünyaya binlerce dolar borçla getirdiğimiz için muhtemelen onlardan faydalanman biraz zor olacak. Çarpık çurpuk kentleştik, yeşil alanların üstüne kat kat binalar diktik ama aralara birkaç oyun parkı, yüzme havuzu kondurduk; tabii yine parası olan çocuklar faydalanabilsin diye. Mesela bu yüzyıl oldu hala cam ile plastik, kâğıt ile metal çöplerimizi ayrıştırmayı beceremedik ama merak etme bu çöplüklerde çalışan, atık toplayıp satan yüzlerce çocuğa ekmek kapısı olduk. Su konusuna gelince, bu kadar nüfus, sanayileşme, kentleşme, tarım ilaçları karşısında onu koruyabilmemizi beklemiyordun sanırım, biz kirletmek için elimizden geleni yaptık ama iyi tarafından bak, sen bunları arıtmak için kendini bol bol bilime vereceksin -tabii eğitimde fırsat eşitliğini yakalayabilirsen-. Bir elimiz bilgisayarda, öbürü telefonda, gözümüz de televizyonda yaşamaya alışınca baktık bu enerji bize dar gelecek, mecburen olur olmaz yerlere nükleer, termik, hidroelektrik santraller kurduk ama birkaç çocuk toplayıp ara sıra yeşil çevre için el ele mesajları vermeyi de ihmal etmedik. Özetle keyfimize baktık, işimizi gördük sonrasını da pek umursamadık. Sağlığın ile oynadık, geleceğine ihanet ettik. Biliyorum böyle bir dünyada yaşamak senin için zor olacak ama hoş geldin demeden önce yine de bunu söylemem gerek…

Özür dilerim 7 milyarıncı insan!

(26 Aralık 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

24 Ekim 2011 Pazartesi

3D Teknolojisi ve Minikler

Dijital pazarın en saygın müşterileri gençler ve çocuklar olunca, bu sektör de durmaksızın onları cezp edecek yeni fikirler, arayışlar içerisinde karınca gibi çalışıyor. (22 Ağustos 2011 Pazartesi)
Son zamanların trendi şüphesiz 3D teknolojisi… 3D yeni ama aslında bir o kadar da eski bir teknoloji. Kökeni 1850’ye kadar uzanan bu buluş ile dünya seyircisi ilk olarak1920’lerde tanıştı, hatta 1950’li yıllarda Türkiye’den bile bir rüzgâr gibi geçip gitti. Sonrasında -maliyetli bir yöntem olmasının da etkisiyle- unutulmuş gibi görünse de kendi içinde gelişimini sürdürdü ve bir gün tüm dünyanın karşısına Avatar ile yeniden çıktı. Şahsi fikrim, Avatar 3D teknolojisinin bu kadar muhteşem kullanıldığı bir film değil de sıradan 2D teknolojisi ile yapılmış bir film olsaydı sinemalarda birkaç hafta gösterimden sonra sessiz sedasız unutulur giderdi. Ancak gişe hâsılatı o kadar inanılmaz rakamlara ulaştı ki sadece yapımcıların değil, elektroniğin devlerinin de aklını çeldi. İşte bu sayede 3D artık sadece sinemalarda değil, bilgisayar oyunlarında, konsollarda hatta son teknoloji televizyonlarda bile yerini aldı.

Bu teknoloji, yapımcıları kurtaran bir can simidi oldu denebilir çünkü şimdilerde en çok izlenen 10 filmden en az 6 tanesi üç boyutlu. Hatta son zamanlarda vizyona giren animasyon filmlerin neredeyse hepsinin üç boyutlu gösterimi mevcut, haliyle çocuklar da bunu tercih ediyorlar. Benim kızım gibi üç boyuttan korkan, hoşlanmayan çocuklar için ise neyse ki hala 2D gösterimler mevcut. Neyse ki diyorum çünkü başından beri üç boyutlu animasyon fikrinde beni huzursuz eden bir şeyler var. En önemli nedenlerden biri bu filmlerin çoğunun gereğinden fazla uzun olması... Dolayısıyla beni bile bir noktadan sonra rahatsız eden bu teknolojinin çocuklar üzerinde nasıl etkileri olduğunu merak etmiyor değildim. Merakım fazla uzun sürmedi ve beklenen açıklamalar yavaş yavaş basında yerini bulmaya başladı. Şu anda yapılan açıklamalar yumuşak bir geçiş niteliğinde çünkü gerçeklerin ardında çöpe atılması söz konusu bile olmayan milyonlarca dolarlık yatırımlar var. Ancak pek çok uzmanın uyarılarından sonra yakında 3D filmlere 7+ sınırlaması getirileceği kanısındayım. Pek çok Göz Hastalıkları Uzmanı 3D teknolojisinin -özellikle göz kaslarının gelişiminin tamamlanmadığı 7 yaş altı- çocukların üzerinde oldukça olumsuz etkileri olacağından endişeli.

3D teknolojisi aslında “stereopsis” algısını kullanan bir yöntem. Yani iki gözle algıladığımız görsel derinlik algısı. Bu teknolojiye adapte olmamızı sağlayan şey sadece basit bir gözlük değil, gözlerimiz ve beynimiz. 3D gözlük sayesinde beynimiz iki farklı imajı, derinliği olan tek bir imaj olarak yorumluyor hem de bunu çok çabuk bir şekilde yapıyor. Uzmanlara göre böyle bir algıya uzun süre maruz kalmak çift görme, baş ağrısı, mide bulantısı, basit oryantasyon bozuklukları gibi etkilere neden olabilir. Dahası nörolojik rahatsızlıkları olan kişilerde az da olsa epilepsi nöbeti riskini artırabilir. Özellikle göz tembelliği, şaşılık gibi problemleri olan, zayıf göz kaslarına sahip çocukların mutlaka bu teknolojiden uzak tutulması öneriliyor. Şu ana kadar yapılan çalışmalar ve uzman yorumları özetle şunu gösteriyor; beynin sürekli normal dışı sinyaller almasına ve gözün doğal olmayan bir şekilde hareket etmesine neden olan -henüz üzerinde yeterince çalışılmamış- bu teknolojiye uzun süre maruz kalmak çocukların hatta biz yetişkinlerin bile göz sağlığı üzerinde olumsuz etkilere yol açabilir.

Önümüzde vizyona girmeyi bekleyen bir sürü 3D film varken bu önemli uyarıları göz ardı etmemekte fayda var.
(22 Ağustos 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

Yüz boyalarına dikkat!

Alışveriş Merkezlerinde ya da oyun alanlarında çocukların yüzlerinin boyandığı etkinlikleri sevmediğimi söylemiş miydim? O halde şimdi söylemeliyim. (05 Eylül 2011 Pazartesi)
Yüz boyamaları ile ilk tanışmamız birkaç sene önce kızımı bir alışveriş merkezindeki oyun alanına bırakmamla başladı. Çocuğu normal olarak bırakıyorsunuz, kaplan, kedi, tavşan ya da kelebek olarak geri veriyorlar. Başta eğlenceli gibi görünse de boyama esnasında gördüğüm manzara pek hoşuma gitmedi. Aynı fırça ile boyanan onlarca yüz, plastik kutularda markası belli olmayan boyalar, fırçanın temizlendiği kirli bir sünger. Eve gidince bu boyaları silmek de ayrı bir sabır ve ikna kabiliyeti, biraz da gözyaşları ile baş etme faslından geçmemizi gerektiriyor.

Google’da birkaç gezintiden sonra okuduklarım keyfimi hepten kaçırmaya yetti. ABD’de pek çok sağlık örgütünün de destek verdiği “Güvenli Kozmetik Kampanyasının” bu konu ile ilgili raporu, piyasada en çok tercih edilen 10 markanın test edildiğini ve hepsinin içeriğinde -az ya da çok- belli miktarda kurşun bulunduğunu duyuruyor. Bu 10 markanın 6 tanesinde ise cilt alerjilerine sebep olabilecek maddelere ve önerilen seviyelerin çok üzerinde nikel, kobalt ve krom içeriğine rastlandığına dikkat çekiyor. Küçük yaşlarda bu maddelere sık sık maruz kalma durumu çocuklar üzerinde hiperaktivite ve dürtüsel davranışlarda yoğunluğa, IQ düşüklüğüne, düşük okul performansına ve saldırganlığa neden olabiliyor.

Tüm bu okuduklarımdan sonra bu tür yerlere kızımı bırakırken yüzünü boyamamaları için alerjisi olduğu pembe yalanını uydurur oldum. İşin aslı, çocuklarda çağın hastalığı alerjiler olmuşken anne babaya danışmaksızın böyle bir risk alıyor olmaları da ayrı bir ürkütücü.

Ülkemizde de Sağlık Bakanlığı geçtiğimiz Haziran ayında Kuzey Kore ve Çin’den gelen boyaların içerisinde ağır metaller ve kanserojen maddeler bulunduğu konusunda uyardı ve bu boyaların piyasadan toplatılacağını duyurdu. Ama sadece kırtasiyelerdeki boyaları toplamak yeterli değil. Alışveriş Merkezleri ve oyun alanlarında kullanılan bu boyalar gerçekten denetleniyor mu emin değilim. Çoğu zaman ücretsiz olarak verilen bu yüz boyama hizmetinde birinci sınıf, en kaliteli boyaların kullanıldığına inanmak ise biraz hayalperestlik olur.

Herkesin yüzü boyanırken kendi yüzünün boyanmasına izin verilmemesi kızımla aramda bir süre soğuk rüzgârlar estirince ben de çareyi en azından FDA (Gıda ve İlaç İdaresi) standartları ile uyumlu bir yüz boyama seti edinmekte buldum. Bu uğraş eğlenceli bir ev aktivitesine dönüşünce yüz boyama konusunda yaratıcılığımı epey geliştirdiğimi de söylemeliyim. İşin alışılmış olanı ise, birkaç boyamadan sonra kızımda bu hevesten eser kalmamış olması, pek çok oyuncağa olduğu gibi yüz boyalarına da ilgisinin birkaç gün içinde geçip gitmesi. Bu arada ilginizi çekerse, Güvenli Kozmetik Kampanyasının web sitesinde kakao, pudra, portakal gibi evdeki malzemeler ile yapılabilecek pek çok yüz boyası tarifi mevcut.

Alışveriş Merkezlerinde hala devam eden yüz boyama etkinlikleri konusunda ise bir anne olarak içim hiç rahat değil. Ramazan etkinlikleri ve Bayram tatili boyunca bu tür yerlerde yüzleri boyanan çocuklara rastladığıma göre bu uyarıları henüz duymamış aileler var diye düşünüyorum. Şahsi fikrim ve gönlüm yüz boyama faaliyetlerinin AVM’lerden ve oyun alanlarından tamamen kaldırılmasından yana. Çocuklarımızın güvenliği için bu konuda hassas olduğumuzu duyurmalı ve ilgilileri uyarmalıyız diye düşünüyorum.
(5 Eylül 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

Devlet okulu mu, özel okul mu?

Okulların açılmasıyla yaz rehavetinden kurtulup kendimizi tekrar fani dünyanın işlerine verdik. Bu maraton bir kere başladı mı sonu uzunca bir süre gelmeyecek gibi. Geleceğe dönük planlar yapmaya çalışırken anne baba olarak biz de pek çok ailenin takıldığı konuda takıldık. Devlet okulu mu, özel okul mu? (23 Eylül 2011 Cuma)
Şunu söylemeliyim ki, evlenme teklifi ve çocuk sahibi olma kararı da dâhil, hayatımda hiçbir şeyi bu kadar uzun süre düşünmemiştim. Kararı tamamen bana bırakan eşimin de bu “uzun düşünme” sürecine katkısı büyük oldu.

Bazı Özel okulların ücretleri söz konusu olunca Hababam sınıfının Mahmut Hocasını “Ben tüccar değilim eğitimciyim!” sözleriyle hatırlamamak mümkün mü? Daha ana sınıfından, çocuğunuzu son model, sıfır bir araba fiyatına kabul eden okullar ve bunu vermek için sıraya giren veliler var. Saygı duyuyorum ama o kadar da uzun boylu değil! diyorsanız bir de daha kısa boylularına bakalım. Onlar da 12-17bin TL arasında değişen fiyatlara sahip ki formaları, kitapları, servisi, yemeği, aksesuarları ve çocuğunuzun okul dışında kalan sosyal hayatı buna dâhil değil.

Bu süreçte bir sürü anne-baba dinledim, pek çok forumda yer alan yorumları okudum. Anne babaların özel okulları tercih etmesinde en önemli neden sınıflardaki öğrenci sayısı sonrasında yabancı dil, çevre ve çok yönlü çocuk yetiştirme faktörü geliyor

Yabancı dil konusu bana göre matematik gibi, biraz zekâ yatkınlığı ve istek işi. Özel okuldan mezun olan herkesin bülbül gibi öğrendiği dili konuşamadığını söylemeliyim. Belli bir yaşa gelince çocuklarımızı yurt dışında dil okullarına, yaz programlarına yollamak özel okulların bir senelik masrafının neredeyse yarısı. Kaldı ki bu kadar ciddi rakamların gözden çıkarıldığı bir eğitimde özel okulun yabancı dili öğretememesi daha büyük hüsran olabilir.

Çevre konusuna gelince, bu benim özel okula bakış açımdaki en olumsuz etken. Çevremde özel okula giden çocukların taleplerini, istedikleri markaları duyunca dehşete kapılıyorum. Zaman nerede, nasıl değişti bilmiyorum ama bazı ailelerin lüks konusunda çocuklara verme sınırlarının genişliği ve gerçek dünyadan uzaklığı gözümü korkutuyor.

Özel okulların çok yönlü çocuk yetiştirdiklerine de kesinlikle katılıyorum ama yılda değil 15bin, 5bin TL’yi bile gözden çıkarabilen aileler gayet tabii dans, piyano dersleri alan, spora giden, ata binen hatta yabancı dil öğrenen çok yönlü çocuklar yetiştirebiliyorlar.

Geriye tek bir gerçek kalıyor, devlet okullarındaki öğrenci sayısı… Büyükşehirlerde yaşayan aileler için kâbus olabilecek kadar önemli bir gerçek bu. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre başkent Ankara Türkiye’nin 2. büyük öğrenci nüfusuna sahip, 1302 devlet okulunun 370’inde ikili eğitim sistemi olduğu halde sınıflar kalabalık, öğretmen sayıları az. En dikkat çekici olanı, Ankara’da hala 8 ilçede anasınıfı yok. Devlet okullarında bir sınıfa düşen ortalama öğrenci sayısı 37 iken özel okullarda bu sayı 19 ki bazı ilçelerde devlet okulundaki sınıflarda öğrenci sayıları 60’ın üzerinde. İşte bu çarpıcı gerçek eğitimin özelleştirilmesine, ailelerin bütün imkânlarını zorlayıp çocuklarını özel okula göndermelerine neden oluyor.

Peki, tüm imkânlar zorlanınca evdeki hayat çocukları ne kadar mutlu edebiliyor? Sürekli “Varımızı yoğumuzu eğitimine harcıyoruz, yeni masraflar çıkarma” diye çocuklara taşıyabileceklerinden fazla sorumluluklar yükleniyor. Evinizden ve sosyal hayatınızdan pek çok şeyi kısarak, çocuğunuzun sadece okulunda mutlu olması sizin için yeterliyse neden olmasın. Ama çocukların okul dışında da sosyal hayata karışma gereksinimleri bitmiyor. Arkadaşlarının yaptıklarını yapamamak çocukların ailelerine daha agresif yaklaşmalarına neden olabiliyor.

Eğer maaşlarınız ile ayakta duran bir aileyseniz ve özel okul için şartlarınızı epey zorlamanız gerekiyorsa sadece okul ücretini nasıl ödeyeceğinizi değil geniş çerçevede masraflarınızı değerlendirmeniz gerekir. Bugün şartlarım el veriyor ama yarının garantisi yok diyorsanız, sıkıştığınız noktada çocuğunuzu özel okuldan alma ihtimali söz konusu ise işte bu noktada bunun çocuğunuz üzerinde nasıl etkileri olacağını iyi düşünmelisiniz. Çocuğunuzun eğitimine karar verirken iki üç sene için değil, yolun sonuna kadar planı yapabiliyor, bazı şeyleri göze alabiliyor olmalısınız.

Eğer çevrenizde öğrenci sayısı makul, eğitimi iyi bir devlet okulu var ise neden olmasın? Ancak içinize sinmeyen şeyler varsa ve ne yapar eder sonuna kadar özel okula gönderirim diyorsanız elbette bu sizin için alınabilecek en doğru karar olur.

Tüm bu araştırmalar sonucunda ben en azından önümüzdeki birkaç yıl için tercihimi devlet okulundan yana kullanma kararı aldım. Kararımızdan ne kadar hoşnut olacağız ve fikrimizi değiştirecek miyiz işte bunu zaman gösterecek.

Her iki tercihte de hepimiz aynı şeyi arzu ediyoruz, o da çocuklarımıza imkânlarımızın el verdiği ölçüde en iyi eğitimi sağlamak. Göz ardı edilemeyen bir gerçek daha var o da iyi bir aile eğitimi ki bunu çocuklarımıza verebilecek hiçbir okul yok. Ailesi tarafından sevgi, takdir gören, mutlu yetişen bir çocuk bu mutluluğu gittiği her yere götürüyor, ama bunlardan yoksun çocuklar en büyük varlıkların içinde bile eksik kalıyorlar.
(23 Eylül 2011 bebek.com yazımdan alıntıdır)

1 Mart 2011 Salı

Kızamık Aşısına Dikkat!

Son günlerde kızamık salgını haberleri ile kızamık aşısı ve doz tartışmaları da yeniden gündeme geldi. Türkiye’de 1998’de yaşanan kızamık salgının 27 bini aşkın ölüm vakasıyla sonuçlanmasının ardından Sağlık Bakanlığı aşı kampanyalarına ağırlık vermiş ve 2007’de vaka sayısını 4’e indirmeyi başarmıştı.
Ancak son yıllarda Avrupa’da aşı oranlarının düşmesiyle salgınlar yine baş göstermeye başladı. 2009’da Bulgaristan’da 22 bin kızamık vakası gözlemlenirken, 2010’da Makedonya’da da kızamık salgınının başladığı haberleri duyuldu. 2011 itibariyle İstanbul’da da 18 kızamık vakasına rastlanmasının ardından yeniden kızamık mikrobundan korkmaya başladık.

Bu riskten korunmanın tek yolu ise aşı olmak… Uzmanlar artık çocukların mutlaka 2 doz kızamık aşısı olmaları gerektiğini belirtiyorlar. Hedef, kızamık hastalığını tamamen ortadan kaldırmak... Sağlık Bakanlığının yaptığı aşılama çalışmaları sayesinde de aslında kızamık ve kabakulak gibi hastalıklar ülkemizde eskisi kadar yaygın değil. Ancak aşılanmamış ülkelerden gelen bireylerin hastalıkları bizlere bulaştırma ihtimallerine karşı, mutlaka çocuklarımıza aşı yaptırarak daha kalıcı bağışıklık kazanmalarını sağlamalıyız.

Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2002'den bu yana Türkiye'de kızamıktan ölüm vakası yaşanmadı. Fakat son yaşanan salgın haberleri sonrasında hepimiz çocuklarımızın aşı takvimlerine bakma, doktorumuzu bir daha arama gereği duyduk çünkü 2010 öncesi ve sonrası aşı takvimlerinde bazı değişiklikler var. Eski aşı takvimine göre bebeklere ilk olarak 9. ayda ilk doz kızamık aşısı yapılmaktaydı ve bu aşının koruyuculuğu düşük olduğu için 15. ayda tekrar 2. doz KKK (Kızamık Kızamıkçık Kabakulak) aşısı yapılıyordu. Fakat bu ikinci doz KKK aşısı resmi aşı takviminde yer almıyordu ve sağlık ocaklarında aşıları yapılan çocuklar bu aşıdan mahrum kalıyorlardı. Geçtiğimiz yıl Sağlık Bakanlığı aşı takviminde yeni bir düzenleme yoluna gitti. Yeni düzenlemeye göre kızamık aşısı bundan sonra Sağlık Bakanlığı tarafından 12. ayda KKK üçlü aşısı şeklinde uygulanacak ve 2.doz yine üçlü aşı olarak ilkokul birinci sınıfta yapılmaya devam edilecek. Ancak şu anda mevcut salgınlara önlem olarak isterseniz sağlık ocaklarında ilk doz 9. ayda, 2. doz 3 ay sonra tekrarlanacak şekilde de bebeklerinize aşılama yaptırabilirsiniz.

Şu durumda aileler olarak dikkat etmemiz gereken bir durum daha var, eğer çocuğumuz 6 yaşından küçükse ve eski aşı takvimine göre aşıları sağlık ocağında yapıldıysa, yani 15. ayda ikinci doz KKK aşısı yapılmadıysa mutlaka 2.doz aşılamayı yaptırmalıyız. Bilginiz olması açısından Aile Sağlık Merkezlerinde bu aşının 2. dozu çocuklara SGK’sı olup olmadığına bakılmaksızın ücretsiz olarak yapılıyor. Hatta 1975 ile 1991 yılları arasında doğup 2. doz kızamık aşısı olmayanlar da risk grubunda görülüyor, bu nedenle kızamıklı bir hasta ile temas halinde bulunmaları durumunda 1 hafta içinde aşı olmaları öneriliyor.

Kızamık hastalığının belirtilerine gelince, en sinsi özelliği kuluçka dönemi olan ilk 10 gün boyunca hiçbir belirti göstermeden vücuda yayılması. Döküntü başlamadan önceki ve en bulaşıcı olduğu dönemde ise belirtileri ateş, ağızda küçük beyaz lekeler, iştahsızlık, yorgunluk, uyku hali, hırıltılı, inatçı ve kuru öksürük. Döküntüler pembe renkli küçük lekeler olarak başlıyor; daha sonra hafifçe kabarıp büyüyor, artıyor ve giderek koyulaşıp kırmızılaşıyor. Bunu takiben 3-4 gün içerisinde ateş düşüyor ve döküntüler solmaya başlıyor. Kızamık virüsünü yok eden bir ilaç olmadığı için daha çok belirtileri hafifletecek bir tedavi uygulanıyor. Bu nedenle çocuğumuzda kızamık belirtilerinin ortaya çıkması ile birlikte en kısa sürede doktora başvurmamız gerekiyor.
(25 Şubat 2011 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Acil Yardım Numaraları

29 Ocak günü, Oregon’da 3 yaşındaki küçük A.J. Hayes 911’i aradı. “Baba yardım istiyor, yaralandı, hemen gelmelisiniz” diyerek babası için yardım istedi. Tamirat sırasında ağaç keskisi ile yaralanan babası atardamarını kesmişti ve çok kan kaybediyordu. İşte 3 yaşındaki oğlu A.J babasının hayatını böyle kurtardı.
İnternette bu habere rastladığımda ve çocuğun ses kaydını dinlediğimde iki şeye gerçekten çok şaşırdım. İlki elbette 3 yaşında bir çocuğun acil durumda 911’i arayabilmesi, ikincisi ise karşı tarafta onu dinleyen görevlinin daha ilk cümleden bu aramayı büyük ciddiyetle karşılaması.

Türkiye’de çocuklarımıza belli bir yaş olgunluğuna erişmeden böyle bir eğitim vermemiz gerçekten zor. Hangi bir numarayı öğreteceğiz? Türkiye’de şu anda acil durumlarda aranacak tam 35 tane numara bulunuyor. Ambulans hizmetleri 112, Polis imdat 155, Yangın 110 bu uzun listenin en başında gelenler. Aklımızda tutması bizim için bile bazen karışıkken çocuklar için nasıl olmasın? 3 yaşından itibaren bir çocuğun, sadece acil numaralar da değil, anne babasının telefonu, ev adresi gibi bilgileri de biliyor olması gerçekten önemli. Bu kadar fazla bilgiyi ise minik hafızalarında tutabilmeleri oldukça güç.

İşin ikinci bir boyutu daha var tabii; birçoğumuzun telefonla ilk tanışması ihtiyaçtan önce eğlence için olmuştur eminim. Çocukluğunda telefon şakaları yapmamış olanlarımız varsa parmakla gösterilecek kadar örnek çocuklar olmalılar. Hal böyle olunca, bu tür acil hizmet numaraları arandığında, özellikle de çocuksanız, ilk başta ciddiyetle karşılanmanız zor olabilir. Çünkü maalesef günümüzde, değil çocuklar, bu numaraları eğlence için, canı sıkılıp sohbet etmek için arayan yetişkinler var. Çocuklarımıza bu tür numaraları öğretirken bunların ne kadar hayati ve önemli olduğunu, gereksiz yere meşgul edemeyeceğimizi de beraberinde mutlaka öğretmeliyiz. Bu tür telefonlara yanıt veren kişilerin de yine eğitimli olması, bu tür acil aramaları titizlikle ele alması diğer önemli faktörlerden.

Dünyada pek çok gelişmiş ülkede acil yardım hizmetleri tek bir numaradan erişilebilecek şekilde düzenlenmiş durumda. Amerika’da 911, Ingiltere ve Hong Kong’da 999, pek çok Avrupa ülkesinde de 112 acil yardım hattı olarak hizmet veren numaralardan. Türkiye’de de bu uygulamaya geçilmesi için alt yapı hazırlıklarının sürdüğünü takip ediyoruz. Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri, geçtiğimiz Nisan ayında, sistemin en geç 2014'te devreye girmesini planladıklarını duyurmuştu. Bunun gerçekleşmesi ve acil yardım hizmetleri için tek bir numaranın kullanılacak olması şüphesiz çok faydalı bir hizmet olacak.

Acil yardım numaralarından bahsetmişken, pek çok anne babanın bilmediğini ama bilmeleri gerektiğini düşündüğüm bir numarayı da buradan paylaşmak istiyorum. Bu numara 114 yani Sağlık Bakanlığı Zehir Danışma Merkezi. Bu numara önemli çünkü meraklı çocuklarımızla maceralarımızda başımıza ne zaman ne geleceğini bilemiyoruz. Bu hat ilaçların, ev kimyasallarının kazara alınması veya ürünlerin yanlış kullanılmaları sonucu meydana gelebilen zehirlenme durumunlarında aranabilecek bir hat. Bu durumların yaşandığı en riskli grup da doğal olarak çocuklar. Bu hattı ilk kez diş macunun tadına biraz fazlaca bakan meraklı kızım sayesinde aradığımı, gerçekten ilgiyle yaklaşılan, profesyonel bir yardım aldığımı söylemeliyim. Çocuklarla yaşantımızda böyle maceralar kaçınılmaz olabiliyor. Umarım hiçbir zaman ihtiyacınız olmaz ama her anne babanın aklında bulunmasını tavsiye ederim.
(14 Şubat 2011 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

“Kübra” Bize Neler Öğretir?

Geçtiğimiz hafta 2,5 aylık Kübra bebeğin açlıktan ölüm haberine rastladığımdan beri hep tatsız tuzsuzum. Bütün hafta kızımın yemeklerini elinin tersiyle itişine üzüldüm, çöpe dökülen yemeklerden utandım, markette bebek mamalarına bakarken bile içim acıdı. Hala da acıyor çünkü açlıktan ölen ne ilk, ne de son bebek Kübra. Ne acı değil mi?

Açlıktan ölmenin ne demek olduğunu, ben de dâhil, bu yazıyı okuyan hiç kimse bilmiyor ama artık 2,5 aylık Kübra biliyor.

Ülkemizde pek çok bebek ölümünün adı direkt olarak “beslenme yetersizliği” şeklinde konmasa da, derinlemesine baktığımızda en asıl sebep olarak karşımıza çıkıyor.

Çünkü yeterli beslenmek demek, vücudun büyümesi, dokuların yenilenmesi ve çalışması için gereken besin demek. Vücut yeterli miktarda bu besin öğelerinden almıyorsa yetersiz besleniyor demektir. Kübra’nın annesi diyordu ya, “Sadece çay ile sütüm nasıl olsun?” Bu yüzden, annenin yetersiz beslenmesi bile zaten en başından Kübra’nın ölüm nedenini beraberinde getirdi. Ne yazık ki sağlık için en belirleyici risk faktörü yoksulluk. Ülkemizde 0-5 yaş arası çocuklarda büyüme, gelişme geriliği, raşitizm ve demir eksikliği anemisi gibi hastalıklar hep beslenme yetersizlikleri yüzünden yaygın.

Yeterli beslenme dediğimiz şeyi isterseniz 1-5 yaş arası çocuk beslenmesinin nasıl olması gerektiği bilgisi ile biraz daha netleştirelim.

• Günde yarım litre süt (bir bardak süt ve 30 gram peynir gibi bir ölçü olabilir)
• Her gün et ve baklagillerden en az biri
• Günde bir yumurta (Alerjik bir engel yok ise)
• Günde en az bir öğün sebze
• Her gün en az bir ara öğün meyve ya da gerçek meyve suyu
• Günde bir kez nişastalı besinler ve iki, üç dilim ekmek

Şimdi yukarıdaki listeye bakarak Türkiye’de gerçek anlamda kaç çocuğun, hatta yetişkinin dengeli beslendiği söylenebilir? Çocuğunuzun bunları yememesi ayrı bir konu, çocuğunuza bunları sağlayamamak ise ayrı bir konudur elbette.

Bunlara oturduğumuz yerde üzülmek hiçbir şeyi çözmüyor. Yoksul ailelere Belediyelerin, Kaymakamlıkların, Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Vakıflarının destek olduğunu duyuyoruz ama yeterli olmadığı da ortada. Bu yüzden de bireysel yardımlarımızı, durumunu bildiğimiz ailelerden, esirgememeliyiz.

Bildiğiniz kimse yok mu? Çok uzaklara gitmeyin, büyük şehirde yaşıyorsanız, yakınınızdaki bir Çocuk Hastanesine gidin mesela. Orada kırsal kesimlerden çocuklarının tedavisi için gelen aileler göreceksiniz. Pek çoğu sadece hastalıkla değil, yoksulluk ile de baş etmek zorunda. O çocukların ve ailelerinin her türlü desteğe ihtiyaçları var. Özellikle de çocukların giysiye, pijamaya, çamaşıra, dahası hasta yataklarında onları mutlu edecek oyuncaklara ihtiyaçları var. O aileleri üzmeden, gururlarını incitmeden, isterseniz hemşirelerden de yardım alarak yapabilirsiniz bu iyilikleri.

Dilerim hiçbirimiz bu üzüntüleri yaşamayalım ama bir yerlerde bu çaresizlikler ile yaşayan aileler olduğunu da unutmayalım. Ben de bu yazı aracılığı ile o hastanelerde yatan tüm çocuklara sağlık diliyorum. Umarım en kısa sürede iyileşerek evlerine ve arkadaşlarına kavuşurlar.

(04 Şubat 2011 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Ayna Ayna Söyle Bana!

Bazen çocuklardan duyduğumuz şeyler bizi şaşırtıyor değil mi? “Anne beni bunaltıyorsun”, “Bu konuyu artık kapatalım”, “Farkında mısın kalbimi kırıyorsun!” Bunları 4-5 yaşında çocuklarımızdan duyuyoruz üstelik ve ben şimdiden kurulan bu büyük cümleleri ölçüp tarttıkça, ergenlikte duyacağımız sözleri daha bir merak, biraz da endişeyle bekliyorum.

Tabii ki çocuklardan duyduğumuz bu cümleleri uzaklarda aramamak lazım, onlar bizim cümlelerimiz. Gün içinde sık sık kullandıklarımız. Bir gün bir bardak kırdım, kızım mutfağa geldi ve bana şöyle dedi: “Döndüğümde burayı toplanmış göreceğim”. O anda kızım yine bana o aynayı tuttu, hani o meşhur ayna, güzel yönlerimizi taklit ettiğinde o aynayı çok severiz, hatta bu huyu bana çekmiş, bunu benden öğrenmiş diye böbürleniriz ama beğenmediğimiz durumlarda da o aynadan kaçmak isteriz. İşte bu cümle ile karşımda duran çocuk aynı bendim ve hoşgörüsüz, sabırsız bir ben gördüm o aynada, beğenmedim.

Çocuğunuzun size söylediği şey kulağınıza hoş gelmiyorsa, belki siz de ona bazen aynı davranış tutumunu sergiliyorsunuz demektir. Sadece çocuklarla da değil, yetişkinler ile aranızda iletişimi belirleyen kullandığınız dilin şeklidir. Güzel iletişim beraberinde güzel birliktelikleri, kötü iletişim de çatışmaları getirir. O günden beri bu cümleyi kesinlikle kurmuyorum. Her anlamda, ne duymak istiyorsam öyle cümleler kurmaya çalışıyorum.

Çocukları dinlersek bize çok şeyler öğretiyorlar aslında. O aynalardan kaçmazsanız size kendinizi eleştirmeniz için inanılmaz bir fırsat veriyorlar. Çünkü “Çocuk Yaşadığını Öğrenir”. Bu Dorothy Law Nolte’nin bir kitabının adı. Nolte bir Aile Danışmanı ve bir yazar.1975’te yazdığı bu kitapta aslında her anne babaya altın değerinde öğütler veriyor. Ben de bu öğütleri ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Nolte diyor ki:

Eğer bir çocuk sürekli eleştirilmişse,
"Kınama ve ayıplamayı öğrenir."
Eğer bir çocuk kin ortamında büyümüşse,
"Kavga etmeyi öğrenir."
Eğer bir çocuk alay edilip aşağılanmışsa,
"Sıkılıp utanmayı öğrenir."
Eğer bir çocuk sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse,
"Kendini suçlamayı öğrenir."
Eğer bir çocuk hoşgörüyle yetiştirilmişse,
"Sabırlı olmayı öğrenir."
Eğer bir çocuk desteklenip yüreklendirilmişse,
"Kendine güven duymayı öğrenir."
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,
"Takdir etmeyi öğrenir."
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse,
"Adil olmayı öğrenir."
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetişmişse,
"İnançlı olmayı öğrenir"
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,
"Kendini sevmeyi öğrenir"
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,
"Bu dünyada mutlu olmayı öğrenir"

Şimdi çocuklarınızın ne yaşayıp ne öğrenmelerini istediğinize kendiniz karar verin.
(24 Ocak 2011 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Masal, çizgi film deyip geçmeyelim!

Bu hafta Pedagog Sevil Yavuz’un bir yazısına denk geldim. Yazısında ‘7 Güne 7 Masal’ isimli bir kitaptan bahsediyordu. Bu kitabı çocuklarımıza almamamızı ve okutmamamızı öğütlüyordu. Yazının devamını okudukça hayretler içinde kaldım.
Bir çocuk kitabında, bir masalda, intihardan bahsediliyor ve masalın sonunda hikâyedeki cimri adam kendini asarak öldürüyordu. Okuduklarıma gerçekten inanamadım. Bu tür kitapların hiçbir uzman tarafından incelenmeden basılması ve çocukların raflarında yer alması büyük talihsizlik. Uzmanlar, anne babalara çocuklara aldıkları kitapları, masalları önce kendilerinin okumasını öğütlüyor.

Benim de ilk acemiliklerimde böyle birkaç kitap almışlığım olmuştu. Kızıma ölüm kavramını “uzaklara gitmek” olarak anlatırken bir masal kitabında belki bir yetişkin kitabında geçmeyecek sıklıkta “ölüm, öldürmek,” kelimeleri geçiyordu, okurken onların her birini değiştiriyor ve dikkat ediyordum. Ama daha sonraları kitap alırken daha dikkatli olmaya, kitapları inceleyip, okumaya başladım. Anlatım tarzından, hikâyelerinden hoşlanmayıp yerine bıraktığım pek çok kitap oldu.

Sadece kitaplar da değil, çizgi filmlerin de bundan geri kalır yanı yok. Belki hatırlarsınız bir çizgi filmde, çizgi film karakteri Arthur oruç tutamadığı için yüz karası ilan ediliyordu. Şimdiki çocukların çok sevdiği Caillou’nun da çocuklara doğru bir örnek olduğunu düşünmeyenlerdenim, yemek yemeyen, korkuları olan, kardeşini kıskanan bir çocuk Caillou. Hikâyelerin sonunda ona doğrular öğretilmeye çalışılsa da bizim çocuklarımız çoktan yanlış tutumları öğrenmiş oluyor. Çizgi filmde ciddi tercüme hataları olduğunu düşünüyorum ki çoğu zaman Caillou’nun sorularına ebeveynlerinin verdiği yanıtlar saçma ve havada kalan türde olabiliyor.

Bir başka tecrübemiz ise Bratz ile oldu, yakın zamanda. Bratz çizgi filmi ikinci gün çöp kutusunda yerini aldı. Tabii bu kızımla aramda büyük tartışmalara neden oldu. Çizgi film boyunca “aptal, sersem” kelimelerinden bol başka bir kelime geçmediği için kızım ikinci gün bana “buraya gel seni sersem kafa” demeye başladı ve işte filmi çöp kutusuna gönderen en önemli nedenimiz de buydu. Diyelim ki orijinalinde bu şekilde konuşuluyor, peki bunu tercüme eden ya da seslendiren kişilerde mi buna dikkat edemiyor?

Çizgi filmler ve masallar çocuklara sevgiyi, paylaşımı, problem çözmeyi, yeni kavramları öğretmeli öncelikle. Kitaplar konusunda Yapı Kredi ve Tübitak yayınlarının masal ve hikâye kitaplarını tavsiye edebilirim naçizane. Çizgi film konusunda ise, Kâşif Dora, Tamirci Manny, Baby TV’deki Wooly ve tabii ki Küçük Einstein’lar bana göre bu türün en başarılı örnekleri. Bu çizgi filmlerin hiç birinde kötü davranış tutumları göremiyorsunuz, onları göstermeden güzel davranışları öğretmesini bir şekilde başarıyorlar. Küçük Einstein’lar çocukların ufkunu genişletiyor, klasik müziği, ressamları, heykelleri, bestecileri tanıyorlar. Ben bile büyük hayranlıkla izliyorum.

Neticede biz yetişkinlerin bile izleyeceği yayınlar belli bir otoritenin kontrolünden geçerken, yeri geldiğinde sansürlenirken çocuklara okutulan kitapların, izletilen filmlerin uzmanların denetlemesinden geçmemesi gerçekten üzücü. Umarım bu konuda en kısa sürede bir düzenleme yapılır ve çocuklarımız bu tür dikkatsizlikler yüzünden yanlış şeyler öğrenmek, kendilerine ağır gelen konuları düşünmek zorunda kalmazlar.

(14 Ocak 2011 Cuma, bebek.com köşemden alıntıdır)

Evdeki Pinokyo’lar

Bu hafta, televizyonda, çocuklarda “yalan” söyleme alışkanlıkları ile ilgili güzel bir programa denk geldim. Faydalı da oldu, çünkü kurduğu hayal dünyasında, benim kızım da sık sık yalan söyleme mekanizmasına başvuruyor, olmayan şeyleri olmuş gibi anlatıyor ve bol bol uyduruyor.
Hepimizin evinde bu küçük Pinokyo’lardan var. Bizde kreş ile birlikte bu durum biraz daha sıklık kazandı. Bu tehlikeli sularda yüzerken dikkat etmemiz gereken en önemli şey ise mümkün olduğunca bu 5 harfli kelimeden uzak durmak. Uzmanlar çocuklarımıza karşı “Yalan söylüyorsun”, “Yalancısın, yalancıları kimse sevmez” gibi yaklaşımlardan kaçınmamızı öğütlüyor.

3-7 yaş arası çocuklarda özellikle sıklıkla görülen bu durum “Yalancılık” da değil aslında. Olsa olsa doğruları söylememek dahası belki uydurmak… Balım geçen sene okulda evimize hırsız girdiğini söylemişti. Değil evimizde, çevremizde bile böyle bir olay yaşanmamışken böyle bir şeyi neden söylediğine anlam verememiştim. Sonradan anladım ki sınıflarında başka bir çocuğun evine hırsız girmiş ve muhtemelen ona gösterilen merak, alaka benim kızımın da ilgisini çekmişti, çok geçmeden o da aynı numarayı denedi.

Bu yaşlarda söyledikleri bu masumane yalanları hemen yüzlerine vurmayın diyor uzmanlar. Bizdeki yalanlar genelde olmayan şeyleri olmuş gibi anlatmak; öğretmen beni karanlık odaya kapattı, arkadaşım kafama vurdu kanlar aktı, anneannem bütün gün bana yemek vermedi gibi yalanlar. Hatta bunları öyle büyük ustalık ve ciddiyetle söylüyor ki kendi bile inanıyor sanki söylediklerine, dahası bazen ben bile. Bazen bu yalanlar öyle boyutta oluyor ki aslı astarı var mı diye sorgulamak zorunda bile kalıyorsunuz. Ama yukarıda da belirttiğim gibi, bu tür durumlarla karşılaştığımızda çocuğumuzu asla yalancılıkla suçlamamalıyız. Hemen tepki vermek yerine “bence bu doğru değil, bana doğruları anlatabilirsin” gibi cümleler kurabiliriz. Daha büyük yaşlarda anne, baba veya aile yaşantısına yönelik yalanlar da baş gösterebiliyor ki bu çocukların yaşantılarını yeterince renkli görmemelerinden, anne veya babayı yetersiz görmelerinden kaynaklanabiliyormuş.

Tabii bu yalanlar sık sık tekrarlanıyorsa nedenlerine de bakmak ve yardım almak gerekebilir diyor uzmanlar. Örneğin bizi kızdıracak bir şeyler yaptığında suçu sürekli başkalarına atma gereği duyuyorsa, kendi tutumlarımızı da gözden geçirmemiz gerek. Belki de doğruları söylediğinde anne babanın sert tutumları, katı cezaları ile sık sık karşılaşan çocuk doğruları söylemekten kaçınıyor olabilir. Benim öfkemi derecelendirme yöntemim var mesela; bazı durumlar karşısında, “bu yaptığına kızdım”, bazılarında; “bu yaptığına çok kızdım” ya da “bu sefer çok çok kızgınım” gibi hep kızgınlığımın derecesini belirtiyorum. Böylelikle kızım beni kızdıracak ve çok çok kızdıracak durumları ayırt edebilir ve çok çok kızacağım şeyleri yapmaktan kaçınabilir diye düşünüyorum. Eğer ufak bir sakarlığa, bir eşyayı kırmasına; elektrik priziyle oynarken yakaladığımızda verdiğimiz tepki ile aynı ölçüde bir tepki veriyorsak bu çocuk için daha karmaşık bir hal alabilir. Ne yapsam annem, babam kızıyor diye düşünüp sürekli her durumda yalana başvurabilir.

Bir de tabii yetişkinlerin, çocukların yanında göz göre göre söyledikleri yalanlar var ki en dikkat etmemiz gereken konu bu. Yalanı doğal bir şeymiş gibi, kolaylıkla çocuğumuzun yanında söylememiz, ona benzer durumlarda kendisinin de yalan söyleme hakkı olabileceğini modelliyor aslında. Başka bir programımız varken arkadaşımızı hasta olduğumuzu bahane ederek geri çeviriyorsak, sebep ne kadar haklı olursa olsun çocuğumuzun aklında, annem arkadaşına yalan söyledi kısmı kalıyor. Bir yaramazlık anında onu rahatlatmak için kurduğumuz “Bu yaptığını sakın babana söylemeyelim” gibi bir cümle çocuğun aklında, bazen insanlar birbirlerinden gerçekleri saklayabilir, yalan söyleyebilir şeklinde kalabiliyor. Bu tür örnekleri çocuğumuzun yanında sık sık tekrarlıyorsak, bunun çocuğumuzun bakış açısını da olumsuz etkileyeceğini unutmamız gerek. Duyduğumuz bütün yalanların en pembe yalanlar olması dileğiyle, küçük Pinokyo’lara sevgiler.
(13 Aralık 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Gece Terörü

Çocuğunuz sık sık gece uykusundan çığlık atarak ya da bağırarak uyanıyor mu?
Uyanmasının dakikalarca sürdüğü, sürekli ağladığı ve hatta bu sürede sizi bile tanımadığı oluyor mu? O halde gece terörü ile tanışmışsınız demektir.

BBC’nin bir raporuna göre çocukların %3ü -ağırlıkla da erkek çocukları- gece terörünü sık sık yaşıyorlar. Gece terörü ya da uyku terörü olarak adlandırılan bu durumu, kâbus ile karıştırabiliyoruz zaman zaman, ama aslında uzmanlara göre kâbus ve gece terörü birbirinden farklı. Kâbuslar uyku döngüsünün başlarında, ağırlıkla REM uykusunda oluşurken, gece terörü uykunun daha sonraki, 3cü ve 4cü aşamalarında oluşuyor.

Kızımın özellikle 3 yaş döneminde yoğun bir şekilde yaşadığı bu sorun, konuyu doktorumuz ile paylaşmamıza neden olmuştu ve ilk olarak o zaman “gece terörü” diye bir kavram ile tanışmıştık. Sonradan okuduğumda ve araştırdığımda bunun yaygın bir durum olduğunu görmüş ve gece terörü ile ilgili bir sürü bilgiye ulaşmıştım.

Öncelikle gece terörünün bir tür uyku bozukluğu olduğunu söylemeliyim. Yoğunlukla 3-5 yaş arası dönemde çocuklarda gözlemlenen bir durum. Gece terörü esnasında çocuk her ne kadar uyanmış gibi görünse de aslında derin uykuya devam ediyor, terliyor, bağırarak ağlıyor, çevresindekileri tanımıyor, kendine kimseyi yaklaştırmak istemiyor. Bazen yataktan fırlayıp evin içinde koşuşturduğu ya da yere oturup, bir eşyaya, oyuncağa gözünü dikip çok korkunç bir şey görüyormuş gibi dakikalarca ağladığı da oluyordu kızımın. İtiraf etmeliyim, bunu yaşadığımız anlar kendimi durum karşısında en çaresiz hissettiğim anlar oluyordu.

Peki, gece terörüne neden olan şey nedir?

Aslında çocuk ya da yetişkin, uykumuzu kaliteli kılan şey uyku döngüsü dediğimiz olay. Uyku döngüsünün bölünmesi uyku terörüne neden olabiliyormuş. Gece terörü genellikle çocukların stresli olduğu, evde ya da okulda problemler yaşadığı, dönemlerde daha sık görülüyor diyor uzmanlar. Benim kızımda da tam okula başladığı dönemde başlamıştı gece terörleri. Açıkçası, birkaç gece teröründen sonra durumun okuldan kaynaklandığını anlamış ve çocuğumuzu okuldan almayı bile düşünmüştük.

Bu problemin üstesinden nasıl gelebiliriz?

Öncelikle bunun geçici bir dönem olduğunu kabul ederek sakince yaklaşmamız gerekiyor duruma. Bu durumlarda soğukkanlı olup, çocuğu sabırla sakinleştirmeye çalışmalıyız. Uzmanlar bize bir uyku alışkanlığı geliştirmemizi öneriyor, örneğin çocuğumuz 9’da uyuyorsa 8’de ışıklar azaltılmalı, TV’yi kapatılıp onun yerine sakin müzikler açılmalı, alçak sesler ile konuşmaya başlanmalı, bebeğin ya da çocuğun uykudan önce yıkanma gibi bir alışkanlığı var ise aksatılmamalı. Pijama giymek, ılık bir süt içmek, diş fırçalamak gibi eylemler ile uyku alışkanlığı bir düzen haline getirilmeli ve bunlar her akşam sırasıyla yapılmalı. Böylelikle çocuk uyku saatinin yaklaştığının işaretlerini görecek ve sakinleşecektir diyor doktorlar.

Uykudan önce çocuk yorulur düşüncesiyle hareketli, oyunlar, danslar, babayla güreşmeler vesaire bu duruma daha da fazla davetiye çıkaran uyarıcılar. Uzmanlar çocuklara çikolata, kolalı içecek gibi uyarıcı şeyleri de vermemizi öğütlüyorlar. Uyku saatine yakın TV izleme alışkanlıkları da çocukların uyku bozukluğunu tetikliyor.

Loş bir oda da uyumadan önce okunacak ya da anlatılacak mutlu, güzel bir hikâye, sakinleştiren bir ninni, hep rahat bir uyku sağlamak için yapabileceğimiz şeylerden. Doktorunuz önermediği sürece çocuğa rahat uyuması için herhangi bir ilaç vermemelisiniz ancak eğer alerjisi yoksa bebekler için satılan rezene, yasemin, papatya gibi çaylar onu rahatlatabilir.

Evdeki stresi minimuma indirmeli ve evde veya okulda bir problem var ise bunun ortadan kalkması için neler yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz. Bazı çocuklar düzeni seviyorlar ve düzenin bozulması onları huzursuz edebiliyor. Gerekirse her akşam yaptıklarınızı bir liste haline getirip adım adım izlemeye özen gösterebilirsiniz. Böylelikle uyku düzeninizi korumuş olursunuz.

Terörsüz geceler ve çocuklara mışıl mışıl uykular!
(29 Kasım 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Odaları ayırma vakti

Bir süre önce bir annemizden e-posta almıştım. Çocukların odalarını ayırma konusunda tecrübelerimi soruyordu. Bu konu hakkında bir şeyler yazmak istedim ama nedense erteledim.
Bundan iki-üç sene önce sorsanız büyük heves ile yazardım, evet çocukların odası ayrı olmalı, çocuklar kendi yatağında uyumalı der ve bir sürü de yöntemler sıralardım. Çocukların anne babadan ayrı uyumasının önemine ne kadar inansam da şimdilerde bu konuyu düşündüğümde işin içine duygularım karışıyor.

Aslında çocukların kendi odalarında uyumaya başlaması hem çocuklar hem de anne babalar için büyük bir adım. Okul öncesi çağda çocukları olan ve benimle düşüncelerini paylaşan arkadaşlarımın sıkıntılarının büyük çoğunluğu çocuğun odasını ayıramamaktan kaynaklı ki bu durum bir süre sonra anne-baba ilişkisini de olumsuz etkileyebiliyor. İki türlü sorun var, birincisi anne-baba ile uyuyan çocuk, ikincisi kendi yatağını bırakıp çocuğu ile uyuyan anne ya da baba (genellikle de anne) modeli. İki durum da uzmanların önermediği, bizim için de sıkıntılı olan durumlar.

Kızımı ilk senesinde odamızda misafir ettik ve 1 yaşına geldiğinde artık odalarımızı ayırma zamanımız gelmişti. Anne sütü alan bebeklerde bu süre belki biraz daha uzun tutulabilir ancak tabii ki bu süre ne kadar uzarsa ayrılık da o kadar zorlaşıyor. Tek avantajımız aynı yatakta uyuma alışkanlığımızın olmaması idi, bu yüzden yatakları değil, odaları ayırdık aslında. Gerçi bu bile başlarda zor oldu, özellikle de bizim için çünkü her ağladığında koridordan odasına uyku sersemi- hani tam tabiri ile “ömrümüzün en uzun, ömrümüzün en kısa yolunu”- yürüyorduk. Bazen bu yolculuk 30 dakika da bir tekrarlanabiliyordu. Neden odaları ayırdık sanki diye düşündüğüm de çok oldu, ama her yeni alışkanlıkta olduğu gibi burada da kararlı ve biraz da sabırlı olmak gerek. Kızım 2 yaşına geldiğinde artık karyolasından atlayacak boya da gelmişti, bu yüzden büyük bir yatak aldık. O ana kadar hala odasında yalnız uyuma konusunda sıkıntılar yaşıyorduk, ama büyük yatak ve Kâşif Dora’lı nevresimler bu konuda kurtarıcımız oldu, çünkü çok sevdi ve ilk geceden orada uyumak istedi. Kendi odasına geçişte yeni bir yatak ve onun sevdiği çizgi film karakterlerinin nevresimleri bunun için iyi bir yöntem olabilir. Bir de yıldız yöntemimiz vardı tabii, bu yöntemi bugüne kadar pek çok şeyde uyguladım. Kendi yatağında uyandığı her sabah için takvimde o güne bir yıldız çiziyorduk ve her 10 yıldız küçük bir hediye anlamına geliyordu. Bu yöntemi tuvalet alışkanlığında da kullanmıştık. Böylelikle kızım yavaş yavaş odasına alışmaya başladı. Bazı sabahlar onu yanımızda bulduk, bazen de biz onun yanında uyandık ama en sonunda kızım odasında tek başına uyumaya alıştı ve 3 yaşından sonra da odamızda neredeyse hiç yatmadı.

Bu konuyu değerlendirirken olumlu yanları daha ağır basıyor tabii. En önemlisi, eğer aynı yatakta yatıyorsanız bu hem çocuğunuzun, hem sizin uyku kalitenizi olumsuz etkiliyor. Onun her hareketinde siz, ya da sizin her hareketinizde o uyanabiliyor. Bu yüzden anne baba ile uyuyan çocuklarda uyku düzensizlikleri daha fazla görülüyor. Ayrıca yanında yatarken ona zarar veririm düşüncesi ile ister istemez tedirgin uyuyorsunuz. Aynı yatakta yatmamak pek çok nedenden ötürü herkes için en rahatı. Çocuğunuz sizin yanınızda uyuyorsa bile, uyuduğunda kendi yatağına almanızda fayda var.

Sonuçta kızım yakında 5 yaşında olacak ve artık geceleri gelip aramıza yatmıyor, eli yanağımda uyandığımız sabahlar geride kaldı. İşte tam da bu sebepten yazının başında dediğim gibi şimdi hislerim farklı. Birkaç sene önce buna sevinip şimdi de üzüldüğümü söylesem belki kulağa tuhaf gelebilir ama doğru oturup eğri konuşmam gerekirse hislerim tam da şöyle: çocuklar çok hızlı büyüyorlar, bir bakıyorsunuz artık aranıza sığamayacak kadar, sizi yataklarında istemeyecek kadar büyümüşler. Oysa bebeklikte o yanınızda yattığı anları, saçlarını koklamayı, nefesini yanağınızda, ellerini avucunuzda hissedip uyumayı o kadar çabuk özlüyorsunuz ki... Özetle, tabii ki zamanı geldiğinde odaları ayırmak gerekiyor, her çocuğun kendine ait bir yatağı ve kendine ait ya da kardeşleriyle paylaştığı bir odası olmalı. Psikolojide her ne kadar anne babayla uyumanın çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri konusunda net bir bulgu olmasa da, kendi odasında yatması, kendi başına uyuması, eminim kendini ayrı bir birey olarak hissetmesi ve özgüveni için faydalı bir alışkanlık. Odaları ayırma kararını henüz almadıysanız, hiç değilse buna karar verene kadar birlikte uyuduğunuz uykuları, o güzel anları zihninizde sıkı sıkı saklayın çünkü gün geliyor gerçekten özlüyorsunuz.
(30 Aralık 2010 Perşembe, bebek.com köşemden alıntıdır)

Çocuklarda bedenler büyüyor!

Geçenlerde ilginç bir şeye şahit oldum, ilkokul 3. sınıfta giydiğim bir elbisem kızıma neredeyse tastamam oldu. Bir dakika! Kızım daha 5 yaşında bile değil. Kilosu persentil eğrisinde %50’lerde olmasına rağmen neredeyse benim 7-8 yaşımdaki ebatlarımda.
Aslında bu gerçeğe şaşırmamalı. Geçtiğimiz Eylül ayında BBC, İngiltere’de çocuk giyimi ölçüleri üzerine proje yürüten bir grubun çalışmalarına dikkat çekti. Hala devam etmekte olan bu araştırmada, yaşları 4 ila 17 arasında, altı bin çocuk üzerinde ölçümler yapılmakta ve şu ana kadar ortaya çıkan veriler oldukça dikkat çekici ve bir o kadar da endişelendirici boyutta.

Çocukları 6 saniye içerisinde tarayan bir alet sayesinde, çocukların sadece kiloları, boyları değil, kol-bacak uzunlukları, bel, basen, omuz ölçüleri gibi 200’e yakın ölçüm de kaydediliyor. En son 1990’da ve daha öncesinde yapılan araştırmaların verileri ile karşılaştırıldığında bu çalışma obezitenin korkunç boyutlarını da gün yüzüne çıkarıyor.

Şöyle örnekler verelim; son 35 sene içerisinde çocukların bel çevresi ortalama 12cm kalınlaşmış. Çocukların %30’u şu anda normal kilosunun üzerinde… Basen bölgelerinde ise son 25 senede neredeyse yarı yarıya varan bir genişleme söz konusu.

Çocuk giyiminde de son yıllarda bu ihtiyaca yönelik çözümler aranıyor ve bu büyümeye ayak uyduracak yöntemler geliştiriliyor. Dikkat ederseniz bugün pek çok markanın çocuk kıyafetlerinin belleri esnek, ayarlanabilir, paçalar ve manşetler genelde düğmeli. Yapılan bu araştırma sonunda, üreticilerin de son 20 senedir kullandıkları ölçüleri değiştirecekleri, tasarımlarını yeni bedenlere uyarlayacakları tahmin ediliyor. Büyüyen tek şey çocukların kıyafetleri, okul üniformaları da değil üstelik. İngiltere’de ve Amerika’da 2-8 yaş arası çocukların oyun alanları, salıncaklar ve kaydıraklar bile bu yeni ölçülere ayak uyduracak şekilde yeniden dizayn ediliyor. 2011 ortalarında açıklanacak bu raporun tam sonuçları ise gerçekten merakla beklenecek türden.

Bütün bunların amacı obezite ile mücadele eden bu çocukların kendilerini mutsuz hissetmemeleri, istedikleri giysileri giymeleri, rahatça oyun oynayabilmeleri için tabii ki ama çocukların bu sorunlarının üstesinden giysi bedenlerini, oyun araçlarını genişleterek gelemeyiz ne yazık ki.

“Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında dünyadaki çocukların yüzde 10’unun obez olacağını öngörüyor. Yine Dünya Sağlık Örgütü, son 14 yılda dünyada obezitenin %60 oranında arttığına dikkat çekiyor. Burada görev ve sorumluluk biz anne babalara düşüyor. Çocuklarımızın gelişimlerini takip etmek, yolunda gitmeyen durumlarda uzmanlardan yardım almak, çocuklarımızı daha aktif olmaya, sağlıklı beslenmeye, spor yapmaya teşvik etmek bizim elimizde. Bu araştırma tamamlandığında çocukların bedenleri ve kıyafetleri nasıl bir hal olacak merakla bekleyelim ve görelim.

(20 Aralık 2010 Pazartesi, bebek.com köşemden alıntıdır)

Hamilelikte Omerga 3

Sağlımıza özen göstermek hayatımızın her döneminde çok önemli ama hamilelikte daha da önem kazanıyor. Özellikle planlı ve beklenen hamileliklerde daha hamilelikten önce başlıyoruz kendimiz ve bebeğimiz için önlemler almaya.
Sağlımıza özen göstermek hayatımızın her döneminde çok önemli ama hamilelikte daha da önem kazanıyor. Özellikle planlı ve beklenen hamileliklerde daha hamilelikten önce başlıyoruz kendimiz ve bebeğimiz için önlemler almaya.

Gerekli tahlillerimizi yaptırıyoruz, fazla kilolarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz, folik asit takviyesine başlıyoruz, kullanıyorsak sigara ve alkol gibi alışkanlıklarımızdan vazgeçiyoruz.

Sürpriz hamileliklerde ise anne adaylarının bu haberi aldığı gün son haftalarda yaptıkları şeyler bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor eminim; çılgın rafting maceraları, kullanılan ilaçlar, alkollü bir kutlama ya da bir gün önce boyatılan saçlar bile içimize dert oluyor. Uzmanlar bizi rahatlatıyor, anne olduğumuzu öğrenene kadar yaptıklarımızı minik bebeklerimiz hoş görüyor ama tek bir şart ile bundan sonra dikkat etmek!

Hamilelik haberimi 6-7 ay süren bir tedavi ve bekleyiş sonrasında Doktorum Mehmet Ergeneli’den almıştım ve sanırım hayatımın en güzel müjdesiydi. Hormonlarım insaflı davranmış olacaklar ki hamileliğim boyunca hiç mide bulantısı, halsizlik gibi sıkıntılar yaşamadım. Hatta iştahım o kadar yerindeydi ki doktorum ilk 3 ay sonunda beni bir beslenme uzmanına yönlendirmişti. Beslenme uzmanımım sayesinde geri kalan 6 ayımı sağlıklı ve düzenli beslenme ve yürüyüş eşliğinde toplamda 8,5 kilo alarak tamamladım. Beslenme uzmanımın bana verdiği menü o kadar fazlaydı ki bunların hepsini ben mi yiyeceğim diye düşünmüştüm! Sanırım hayatımda yemediğim kadar bol öğünü ve sağlıklı yiyeceği de hamileliğimde tükettim. “Sen iki canlısın ye” diyerek önüme sunulan hamur işlerini tatlıları kibarca reddettim. Hamilelik şekeri korkulu rüyamdı. Her gün mutlaka yoğurt, süt, ceviz, haftada iki gün balık, ara öğünlerde bol bol meyve, yeşil salatalar ve sebze. Özellikle de Omega 3 açısından zengin besinleri tercih ettim.

Hamilelikte alınan Omega 3’ün önemini biliyor musunuz?

Sadece bebeğin zekâ gelişimi ve sinir sistemi üzerindeki olumlu katkısını konuşuyoruz ama aslında anne için de çok faydalı. Hamileliğinde düzenli Omega 3 tüketen annelerde lohusalık sendromuna daha az rastlanıyormuş. Ayrıca uzmanlar erken doğum, preeklampsi gibi riskleri de aza indirgemekte olumlu etkisi olduğuna inanıyorlar. O zaman hem bebeğin hem de annenin sağlığı için hamilelik boyunca haftada iki gün balık, - tüketemiyorsak balık yağı- ıspanak, semizotu, karalâhana, ceviz gibi gıdalardan bol bol tüketmeliyiz.

Bu aylarda balık olarak çipura, barbunya, lüfer, sardalya tüketilebilir ancak balık yiyemeyen annelere uzmanlar balık yağını öneriyor. Balık yağının da iki türü var. Bir, balığın karaciğerinden üretileni ki bu uzmanlar tarafından hamilelikte önerilmiyor, bir de “fish body oil” denen balığın vücudundan üretilen türü var, işte hamilelikte kullanılacak balık yağı bu türde olmalı. Ancak uzmanlar yine de hatırlatıyor, haftada iki üç gün balık yiyebilenlerin balık yağı takviyesine fazlaca ihtiyaçları yok, ancak hiç tüketmeyen anne adaylarının mutlaka balık yağı kullanmasında fayda görülüyor. Ceviz yine oldukça önemli, uzmanlar günde 2-3 adet cevizin bebeğin zekâ gelişimi için oldukça faydalı olduğuna inanıyorlar. Tabii ben yeterince Omega 3 alamadım ya da anne sütü veremedim, bu bebeğimin zekâsını olumsuz mu etkiler gibi endişeler yaşayan annelere de önemle hatırlatmak gerekir; zekâ büyük ölçüde genlere ve çevresel faktörlere dayanır, beslenme bunu destekleyen bir unsurdur. Sadece anne karnında değil zekâ gelişiminin tamamlandığı 0-2 yaş arası dönemde de bebeklerimizin sağlıklı beslenmeleri oldukça önemlidir. Bu yüzden bebeklerimize ilk yıllarında anne sütünün yanı sıra yumurta, et ve balık gibi proteince zengin gıdalar vermemiz oldukça önemli.

Bebek.com 31 Ağustos 2010 yazımdan alıntıdır